İskenderun Faciası/Zeki Arsuzi-Arapça’dan Çeviren Ufuk ŞAFAK

Zeki Arsuzi

İskenderun Trajedisi

Zeki El-Arsuzi

1 Ocak 1960

El-Sakafet Dergisi Sayı:2 Dımaşk

Arapça’dan Çeviren: Ufuk ŞAFAK

[ ] İçindekiler çevirenin notudur.
               Arap kahramanlarına, Fransız işgaline karşı halkı uğruna şehit düşen Cezayirlilere ithaf edilmiştir.

Geçmişte Araplar dünyanın efendileriydi ve halkların geleneklerine göre “Araplar” kelimesi “şeref” kelimesiyle eş anlamlıydı. Öyle ki insanlar bir prensin erdemlerinden bahsettiğinde, onun hakkında şunları söylerdi: “Arap gibi, Arap gibi asil”.

Atalarımızın otoritesi Çin hanedanından Bernese Dağları’na kadar uzanmış, ordumuzun öncüsü batıda Paris’e kadar ilerlemişti. Doğuda haleflerimizin valileri Çin krallarına boyun eğdirdiler.

Hakkın sözünü yeryüzüne yaymak istedik. Atalarımızın gözünde “egemenlik” kelimesi başka bir anlam mı taşıyordu? Kelimenin ha-sad‘dan yani sed‘den[1] türetilmesi bu manayı göstermiyor mu?

İnsan eğer grubun/cemaatin hakikatini, hayat alanını ve ormanını koruyan bir aslan olmasaydı, Akdeniz ve Arap Denizi uzun bir süre boyunca Arap gölleri olarak kalır mıydı? Üzerinde bizim iznimiz dışında hiçbir gemi dolaşabildi mi? Yolcular bizim dilimiz dışında bir dil konuşabildi mi?

En yüksek mertebeye ilk ulaşan biziz, en asil olan da biziz. İşte bir şairimiz atalarımızın medeniyetteki durumunu şöyle değerlendiriyordu:

“Biz bütün kralların rütbelerini gördük,

Bu yüzden yarattıkların bizi takip edecek

Doğadaki her eylem

Güzeldir bizim kerametimizle”

 

Yaptıklarımız taklit ediyorlar [Bize benzemeye çalışıyorlar]

Ve izlerimizden bizi takip ediyorlar

Ve onlar bizden haberdar değiller

Çünkü öncekileri çoktan geçtik”

 

Halkların arasındaki faziletimizin en güzel kanıtı, halkların lugatlarına sirayet eden dilimizdir. Millet olarak diğer halklarla ilişkimiz Muhammed bin-Abdullah’ın mesajıyla başlamadı. İlah isimlerimiz faziletimize şahitlik ediyor. Eski Mısırlılar arasında Fattah (el-Kadî [Hakim]), Yahudiler arasında Yehova (Yehû), Yunanlılar arasında da Al-Lat – At vs.

Geçmişte kavimler üzerindeki faziletimiz, meliklerimizin isimlerinin ülkelere verilmesinde de görülmektedir. Yemen’deki Afrika [Yemen’in Afrikası]: Burayı feth eden ve imar eden kişinin adı. [Fariks فريقس]

Eksiksiz olarak milletlerin, tam orta yerindeyiz. Ülkemiz [ülkelerimiz] doğu batı arasındadır. Bir tarafında Atlantik okyanusu diğer tarafında Hint Okyanusu bulunmaktadır.

Türkistan’dan Fransa’ya kadar dünyanın her yerinde hâlâ atlarımızın sesi yankılanıyor vatanımızın dünyadaki konumu bizi milletlerin kaderinin söz sahibi kılıyor. Bu da, irili ufaklı ülkelerin, rönesansımızı engellemeye çalışmasının ve başımıza gelen trajedilerin nedenidir. Klikya Trajedisi, İskenderun trajedisi. Geriye dönüp bakarsak ne görürüz? Fransa’dan, İtalya’dan, Hindistan’dan, Türkistan’dan, İran’dan çekildik, sonra Endülüs’ten de çekildik, sonunda yabancılar arasındaki evlerimiz [diyarlarımız] yağmalandı.

Liva İskenderun trajedisi hakkındaki yazıma  iki ulusal sorunumuz hakkındaki bakış açımı kısaca sunarak başlamak istiyorum. Bu iki ulusumuz Cezayir ve Filistin’dir. Ben Paris Üniversitesinde öğrenciyken dünya Abdülkerim el-Hattabi[2] devrimine yakındı. Fransız gazeteler şu başlıkla çıkmıştı: “Her Faslı asker on beş Fransız askerine eşdeğerdir, demek ki Fransa, Almanya’ya karşı kazandığı zaferin sırrı buydu. Müttefik orduları komutanı Mareşal Foch’un cenazesindeki geçit töreninde en önde yürüme hakkı Fas Şövalyeleri’nindi.”

Fransa Alevilere karşı savaştayken, Faslı askerler Fransız askerlerini kandırarak yere Aleviler için mühimmat atıyorlar, böylece Alevilerin zafer kazanacağını umarak kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı.

Fransa’ya gelince, işte bu konudaki fikrimin bir özeti.

Bir gün Alman askerleri ile Anglo-Amerikan askerleri arasında, Paris sokaklarındaki çatışmalarını gösteren bir film izledim. Bu sırada Fransızlar pencerelerin arkasında sohbet ediyor ve Paris’in kimin olacağını merak ediyorlardı. Acaba bu sömürgecilik savunucularının konumu, karısı konusunda hırsızlar arasındaki farka [Alman ve Amerikan Hırsızlar] koğuşun arkasından bakan ve bunların hangisinin evinin reisi olacağını kendi kendine soran Raadid’den ne kadar farklı?

Bu Fransız filmini gördüğümde kendi kendime düşündüm ki, Fransızların horoz logosunu seçmeleri boşuna değil. Dikliği ile hayranlık uyandıracak ve gündüzleri gürültülü bir şekilde dikkat çekecek, tehlike baş gösterdiğinde akşamları tavukların arkasında uyuyacaktı. Ne kadar iyi biridir ki, düşmanların kötülüğünden korkar.

Cesur Cezayirliler bu durumdayken, rakiplerinden, evlerini yabancıların pisliğinden korurken nasıl adalet olmaz? Onları hayal kırıklığına uğrattık. Cezayirli ve Fransız savaşçılar arasında teçhizat eşitliği var mı? Fransızlar filosunu, uçaklarını ve tanklarını nereden buluyorlar? Fransa’ya karşı kutsal bir savaş ilan etmemiz gerekmez miydi? Eğer bunu ilan etmiş olsaydık, Cezayir’deki savaşı kazanır, evlerimizde birleşik bir bayrak olan Arapçılık [‘Uruba العروبة] bayrağını taşıyarak dönerdik.

Fransa’ya karşı Arapçılık [Pan-Arabizm ] uğruna şehit olan Cezayirlilerin kahramanlıklarını en üstte tutsaydık, bugünkü nesil Filistin trajedisini yaşamayacaktı. Benzer bir olayda ben de fikrimi özetlemiştim.

Bu iki resimde bizimle Yahudiler arasındaki fark:

Savaş: İki takımdan birinin belirlenen sınırı aşması durumunda futbol maçı gibidir. İki takımdan biri belirlenen limitin üzerine çıkarsa, hakem düdük çalıyor ve maçı durdurup takımları geri [yerlerine] gönderiyor. Bu hakem İngiltere’dir.

Arapların Filistin sınırlarına nasıl hakim olamadıkları ve İsrailoğullarından sayıca yüz kat fazla olmalarına rağmen nasıl saldırmadıkları merak konusu. Böyle bir durum, Süveydiye [Samandağ]  sahilinde denizin karadan daha yüksekte olduğu bir Alevi çiftçinin arazisini hatırlatıyor. Kara nasıl oluyor da sular altında kalmıyordu? Ancak bu çiftçinin dehasıyla açıklanabilirdi. Çünkü arazisi Hızır makamının yanındaydı. Deniz, Hızır’ın atı tarafından kuyruğuyla dizginlenmişti ve denizin işgali engellenmişti. Bize gelince, eğer hükümdarlar [İngilizler], üzerinde Hızır aleyhisselamın resmi bulunuyormuşçasına İngiliz sterliniyle Arapları dizginlemeseydi, Arap orduları ülkeye akacaktı. Ancak Filistin’in yaylaları ve vadileri sular altında kaldı.

Savaş, Araplar ve Yahudiler arasında gerçekleşmedi. Yahudi temsilcileri ve liderleri, Arap ülkelerinin yöneticileri ve Arapçılık iddiasında bulunan Filistin topraklarında bir çizgi romanı temsil edenler ve o romanın telkincisi sömürgeciler arasındaydı.

Britanya, Filistin’deki manda yetkisini, kendisine bu mandayı yerine getirme görevi veren Milletler Cemiyeti’nin varisi olan Birleşmiş Milletler’e iade etmeye karar vermişti; Milletler Cemiyeti’nin varisi Birleşmiş Milletler’in bir Arap devletinin kurulmasını önleyerek, İsrail çocuklarına Filistin’i yuvaları yapmak için çabalıyordu. Bunu için Arapların da kamu işlerini yürütüyordu. Ajanlar bir komplo düzenledi ve kurbanlar Filistinli Araplar oldu.

Arap hükümetleri savaşa gönüllü ordular soktu ve yabancıların kontrolünde oradan sağ salim çıktılar.  Bu komedinin amacı, Arapların Yahudi ikiyüzlülere karşı koymaktan aciz olduklarını göstermekti. İsrailoğulları ölçeğinde olmayan bir halk, yetki alanı Hint Okyanusu’ndan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan bir devleti nasıl kurabilir?

Hainler, Filistin’deki Arapları geçici olarak evlerini terk etmeye ikna ederek komplonun önünü açmışlar, daha sonra Arap ülkelerinde oraya buraya dağılmış Yahudileri Filistin’e göndererek komplolarını tamamlamışlardır. Ancak İngilizler, Arap ülkelerinin göbeğinde İsrail Devleti kurmanın tarihin akışına ayak uyduramayan aptalca bir eylem olduğunun farkına varmadı. Bu ülkenin geleceği için kalplerimizde bir ışık yaktık [kalplerimizdeki bir ışıktır].

Son Dünya Savaşı sırasında Hitler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile Bulgaristan sınırında buluştuğunda, korku Yahudileri Vaat Edilmiş Toprakları terk etmeye yöneltmişti ve biz Bağdat’tayken Irak’a Yahudileri taşıyan araba konvoylarını izliyorduk. Eğer Almanlar, Bulgaristan sınırlarında Yahudilerin Vaat Edilmiş Toprakları terk etmelerine neden olmuşsa, peki ya biz? İsrail’i her taraftan kuşattığımızda ve Almanlardan daha güçlü bir savaş içgüdümüz olmayacak mı? Ancak mesele Yahudileri artık sömürgecilik için bir araç olmadığımıza ikna etmeye bağlı. Lazkiye’deki bir çitçi bir sepet elmayı Humus’ta sattığı koşullarda İskenderun’da da satabilirse onları buna ikna edebileceğiz.

Yani Cumhuriyetimizin varlığı tamamlandığında, Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulduğunda, onun varlığını tanıyan her ülkenin, yay üzerinde yer alan ülkelerin kaderine boyun eğdiğini zımnen kabul ettiği zaman bu gerçekleşecek. Kaderimiz Mısır-Suriye buluşmasına bağlı.

İskenderun trajedisine gelince, biri öğretmen diğeri politikacı olmak üzere iki Fransız’ın ülkelerine bakışını özetleyen iki anlatı:

Öğretmen sınıftaki Arap öğrencilerine; “Fransa ile Türkiye arasındaki Suriye anlaşmasının Arap imparatorluğu hayalini gömdüğümüz bir mezardır” demektedir. Politikacı; “Arap ülkelerinin sınırlarında güçlü bir Türkiye’nin varlığı Arapların hevesini azaltır, Arapların genişlemesini engeller.”

Dolayısıyla Liwaa meselesi bir Arap meselesiydi. Uruba (Arapçılık) Hareketini Fransa ve Türkiye üzerinden savuşturmak için ortaya çıkmıştır. Türkiye bizim komşumuzdu, rönesansımızın şartlarını yerine getirirsek küçük bir devlet [İskenderun Sancağı] Avrasya ve Almanya’ya kadar başkalarının yörüngesinde etkili olacaktı.

Fransa ise kendi varlığını korumak adına Fas Araplarıyla sınırlarını savunamayan evlatlarının telafisini yapmaya çalışırken, bir yandan da atalarımızın hatıralarıyla buğulanmış gözlerle uyanışımıza bakıyordu. Fransa ve Türkiye, büyük bir ülke olarak tarih sahnesine çıkmamızı engelleme konusunda anlaştılar.

Araplar bugünkü haliyle “şişedeki cin” gibidirler. Çocuğun kalesi içinde kaldığı sürece kaderi kontrol altındadır, ancak cin hapsinden kurtulursa halk bir değişime tanık olacaktır. Civcivin tüyleri çıkmadığı sürece, civciv kartal olsa bile komşu fareler onu alt edecektir. Ancak kartal yavrusu büyüme koşullarını yerine getirirse kurda saldırabilecek duruma gelir ve onu avlar.

Size anlatmak istiyorum. Sizin için Antakya’nın toprağını ve gökyüzünü hayal ediyorum; Güzellik ve ihtişam karışımı bir duygu uyandıran ne kadar keyifli bir manzara. Yaylaları ayıran dalgalı bir arazi. Her iki tarafı yüksek dağlarla çevrili, kıvrılarak ilerleyen, kıyıları söğüt ağaçlarıyla taçlandırılmış, tepelerin arasından akan Asi Nehri. Dereler vadilere cennet havası katıyor, gökyüzü ise dağların gölgesinde sanki renkleri havaya saçılmış bir gökkuşağı gibi görünüyor. Gençliğimde buranın duygu yoğunluğunun yarattığı tutkuyla kendimden geçerdim. Eski çağların Yunan sanatçıları Antakya’nın güzel toprakları karşısında şaşkınlık içinde kalmışlar ve bu güzel toprakları güzellik tanrıçasının merkezi yapmışlardır. (Harbia [Harbiye] Yunanca “zevk veren” [arapça اللذة: lezzet veren] anlamına gelir. Defne efsanesine bakınız.)

İskenderun Sancağına Türk askeri giriş yaptığında Antakya’dan çıktık/hicret ettik. İhtişamı doğanın güzelliğini aşan bir halka veda ediyorduk.

Bölgedeki Arapların ulusal davalarına ve konumlarına ilişkin Uluslararası Komite üyelerinin ifadeleri şöyle:

“Avrupa’nın hiçbir başkenti, benzer koşullar altında, şehirdeki Liva Arapların kendi davaları uğruna yaptığı fedakarlıkların üçte birini yapamaz, bu da biz Milletler Cemiyeti temsilcileri olarak onların eylemleri ve kahramanlıkları önünde saygıyla eğilmemizi sağlar.”

İşte, devrimin kamusal yaşamdaki derinliğini ortaya koyan bazı olaylar;

Liva İskenderun’daki insan deneyiminin önemi, modası geçmiş geleneklerin kalıntılarından yeni bir yaşamın ortaya çıkmasıydı ve bu yaşamın sesi ‘Uruba’ydı. Bölgede yankılanan ses, “kardeşliğin ve özgürlüğün hakim olduğu bir dünya kuralım”dı. (İstikbal ufuklarda yükseliyor, yaşananlar yeni bir günün müjdesini veriyordu.)

Bu doğuş, insanları kıskanç adamların sağa sola savurduğu bir güruhtan, amelleri ve faziletleri tarihle nesillere aktarılacak bir Arap devleti kurmaya kararlı kahramanlara dönüştürdü.

Ülkemizin bir köşesinden devrimimizi anlatan bir örnek daha; Arap bir kadın, Fransız bir aileyi ziyaret etmişti ve ev hanımı misafirine kahve ikram ettiğinde, kadın bazı özürler sunarak bunu reddetmişti. Sonra tercümanlığını yapan oğluna döner ve fısıldayarak “Oğlum, biz bu kaplardan bir şey içmiyoruz çünkü onlar kirli/mekruh hayvanları yiyorlar.” Olaydan ön yıl sonra Antakya’da Arap uyanışı başladı. Aynı kadın oğlundan “Hıristiyanlar” dediğini duyunca “Oğlum artık Hıristiyan, Müslüman kelimesini kullanmak ayıp, bundan sonra hepimiz müflis Arap’ız. Muhammed’te İsa’da Halil İbrahim’in soyundan değil mi?” Böylece derinliklerden uyanan milli duygu İsa’nın varlığı konusuna bu şekilde rehberlik ediyordu.

Bir gün Antakya sokaklarının birinden geçiyordum. Birkaç Hıristiyan genç kızın şu sözlerine tanıklık ettim: “Nebi Muhammed bizim ırkımızdan ve kanımızdan. O eskilere göre bize daha yakın [daha yakın bir zamanda yaşamış], yarın onun doğdum günü, bunu kutlamalıyız.” Ve gerçekten ertesi gün bu kutlamayı yaptılar. Böylece ruhlarda uyanan milli duygu, Arap kahramanı Muhammed’de somutlaşarak kendini ortaya koydu. Uyanan milli duygu, kadınları ve erkekleri, çocukları ve yaşlıları, işçileri ve öğretmenleri bir Arap devleti kurmaya teşvik eden bir motivasyon olarak ortaya çıktı.

İşte bu motivasyonun örneklerinden biri: 1936 yılında bir İskenderun kasabasında yoldan geçen bir köylü yolun süslenmiş olduğunu görünce yoldan geçenlere süslemelerin nedenini sordu. Ve şöyle dedi: “Hepimiz Arap bayrağı altında toplanmadıkça bayram kutlamaya hakkımız yok”.

Arap birliği hayali Liva köylüleri ve işçilerin ruhunda hayat bulmaya başladı. Her idealde [doktrinde] olduğu gibi Uruba hareketinin de şehitleri oldu. Halkın hükümet konağına yaptığı yürüyüşte 14 yaşından daha küçük bir çocuk beni hapisten çıkarmak için pencereye tırmandı. Tırmanırken bir kurşun yarasıyla karnından yaralandı, elini karnına bastırarak kapının diğer tarafına atladı. Yaralı halde halka hükümet konağının kapısını açtı ve yere yığıldı. Babası oğlu gibi bir kahramandı, oğlu ameliyatta ölebileceği söylenince “Önemli olan oğlumun kaderi değil, önemli olan Araplığın kaderi profesörün [Profesör Zeki Arsuzi’dir] kaderidir” dedi.

Liva’da kahramanlıklar sadece bireylerle sınırlı değildi. Halk da derinlerden gelen milli duygularla tarif edilemeyecek işler yaptı. Bazı Arap erkekler Türkiye’nin dağıttığı paralara aracılık etti. Kadınlar bu paradan her kim alırsa onu boşayacaklarına yemin ettiler. Kadınlar uluslararası komitelere yazılan erkeklerin, çocuklarının kararlarına saygı duyarak Arap listelerine yazılmalarını sağlamak için tekrar durumu değerlendirmelerini istediler. Kendi kavimlerine yazılmamaları durumunda kadınlar [eşleri] intihar edeceklerini söylediler.

Komploya gelince, şu şekilde yürütüldü; Nazi Almanyası tehdidi uluslararası politikanın ufkunda belirdiğinde Fransa tehlikeyle yüzleşerek sorunlarına çözüm bulma arayışına girdi. Almanya ile savaş çıkarsa Avrupa cephesindeki düşmanlarına karşı koyamayacaktı. Araplar onun çöküşünü fırsat bilerek Yakın Doğu’daki sömürgelerine saldıracaktı. Bu tehlikeyi, Suriye’de devrim tehlikesini veya bu ülkenin komşu bir Arap ülkesi tarafından askeri işgali tehlikesini ortadan kaldırmak için Fransa, Türkiye ile ittifak bağlarını güçlendirmeye başladı. Bu anlaşmanın teminatı Liva İskenderun’du.

Fransa, 1921 yılında Türkiye ile Ankara Antlaşması’nı imzaladığında, antlaşmaya Liva’nın uygun uluslararası koşullar altında Türkiye’ye devredilmesini içeren bir ek madde yazılmıştı. Ve artık uygun koşullar, Nazi Almanya’sının düşmanlarından intikam alacağı ve 1918’de Fransa’ya karşı giriştikleri savaşta kaybettiklerini tazmin edeceği bir savaş durumu ortaya çıktı.

Peki Milletler Cemiyeti tarafından Suriye’yi yönetmekle görevlendirilen Fransa, kendisine emanet edilen toprakların bir kısmını Türkiye’ye nasıl bırakabilir?

Türkler, Milletler Cemiyeti’nin vesayeti altındaki bir toprak üzerinde, vesayet hakkı sahibinin görüşü olmaksızın, meşru bir hak elde edebilir mi?

Sorunun meşru yollarla çözümü için çabalar artıp Liva referanduma hazırlanırken 1936’da Suriye’de karışıklıklar çıktı. Fransızlar, Suriye’nin bağımsızlık taleplerine uyuyormuş gibi görünerek ve Suriye müzakere heyetine Liva sorununun çözümü için Cenevre’yi gösteriyordu. Ankara Cenevre’ye oradan Paris’e gidiyordu. Fransızlar, Suriye heyetine, Suriye istiklalinin  temel şartının, Fransa’nın Türkiye ile yaptığı anlaşmayı kabul etmelerinden geçtiğini söylüyordu.

Suriye heyeti de bu anlaşmayı kabul etti. Milletler Cemiyeti gözetiminde yapılacak referandum sonucunda İskenderun bölgesinin Türkiye’ye verilmesi şartıyla Suriye’ye bağımsızlık verilecekti. Suriye heyeti üyeleri Cenevre’ye giderken Türkiye Cumhurbaşkanı ile bir görüşme gerçekleştirdi. Toplantıya Mustafa Kemal ve Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Butso da katıldı.

Görüşme sonucunda Liva’da yirmi ikisi Türk  on sekizi farklı mezheplerden olmak üzere kırk milletvekilinin çıkarılması konusunda anlaşma sağlandı. Suriye müzakere heyeti anlaşmayı uygulamak için geri döndü.

Liva’daki Araplar, Fransa ve Türkiye’nin, yönetici ve liderlerinin yaptıkları karşısında şaşkındı. Vatanseverlik iddiasında bulunanların umutlarını boşa çıktı. Dünya tarihin daha önce hiç tanık olmadığı bir eşitsizlikle çalışmalar yürütülüyordu. Türkiye ve Fransa sancakta Türkleri desteklerken, Suriye ve diğer Arap ülkeleri Arapları destekliyordu.

Türkler referandumda başarılı olamayınca kayıt işlemleri durduruldu ve Uluslararası Komite’ye ülkeyi terk etmeleri gerektiğini bildirdiler. Ardından Fransızlar, Liva’da Türkler’in askeri işgaline yol açan bir terör dalgası başlattı.

Fransa’nın Arap temsilcisi Garaud ve Kolonyal istihbarat şefi Albay Bono Araplara, Türkiye ile daha önce bir anlaşmaları olduğunu ve bu anlaşmanın kendileri için çok önemli olduğunu söyleyerek gerçek kimliklerini ortaya çıkardılar. Çıkarları uğruna tüm insani değerleri ayaklar altına aldılar.

Liva Arapları, Arapların hakkını koruyacaklarını yalnızca cesaret ve dayanışmalarıyla kanıtlamakla kalmadılar. Aynı zamanda Liva’yı Türklere teslim etmeyeceklerini gösterdiler.

Liva sorununu çözmenin iki yolu var. Birincisi hukuki yol. Liva Suriye’nin bir parçasıydı ve Suriye, Milletler Cemiyeti’nin koruması altındaydı, Cemiyet bu konuda bir çalışma yürütmüştü. Üyelerini atadığı bir komitenin gözetiminde referandum yapıldı. Referandumu denetleyen komite, Türklerin müdahalesi nedeniyle çalışmaların durdurulduğunu ilan etti. Birliğin belirlediği yasaları ihlal ederek, referandumun ertelenmesi kararını verdi. Liva’nın Türkiye’ye verilmesi keyfi ve gayri meşru hale geldi. Bugün Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti’nin halefi olduğundan, Liva’yı Suriye’nin anavatanına (yani Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne) döndürmek meşru hale geldi.

İkinci yol ise tüm Arapları kendi bayrağı altında barındıran bir Arap devleti kurarak varoluşumuzun şartlarını yerine getirmek. Daha sonra sorunlarımız hakka ve adalete uygun şekilde çözülecektir.

Sonuç olarak, size, yoldaşlarıma, deneyimlerimin ve düşüncelerimin bir özeti ile, yaşamın değerinin, yıl sayısına göre değil, amaçlarına göre olduğuna değinmek istiyorum. Asil bir amaç, eğilimlere ve içgüdülere parlaklık verir, onları görkemli ve muhteşem kılar. İnsan ameliyle yargılanır. Eğer asilse güzeldir, aksi halde kötü ve alçaktır.

Hedefler hayattaki gizli güçlerin ve motivasyonların kaynağıdır ve arzu ne kadar kapsamlı olursa, arzunun yüksekliği ile kaprislerin derinliği arasındaki ilişkinin gerçek bir ilişki olduğu noktaya kadar kararlılık da o kadar büyük olur. Yaşamın doğasındaki ilişki, yükseliş derecesiyle orantılı olan bir şelale gibidir.

 

El-Mutanabbi şöyle demiştir:

“Azim ehlinin derecesine göre azim gelir,

          Şereflilerin derecesine göre de gelir

Ve küçüklerin gözünde küçük şeyler büyüyor

          Büyük şeyler büyüklerin gözünde küçülür.”

İnsanlar ortak bir dilek olarak hedefe ulaşmak için işbirliği yaptığında, amacın ruh üzerindeki etkisi artar. Bu mananın ifadesi olarak şöyle deniyordu: Hayat ateş gibidir, yayıldıkça şiddeti artar ve hayatın bir tezahürü olan fikir, başkalarına verdiği karşılıkla ruhta yoğunlaşır. Biz Araplar için bu ateş çemberi, genişledikçe yoğunlaşan bir alevin parıltısı gibidir. Tıpkı Halkımızı yeniden birleştirme arzusu gibi.

Geçmişe bakarsak atalarımızın tarihinin insanlığın kökenine kadar uzandığını görürürüz. Araplığın ve dilimizin ayrılmaz bir bütün olduğuna tanıklık ederiz. Ve buraya bakıldığında, atalarımızın vatanı bir askerin kalbi olarak görünür.

Genel arzu bir ideal haline gelirse, ruhlar ona akar ve hayatın yönleri ona bağlanır. Bunun gerçekleşmesi üzerine umutlar inşa edilir. Ruhlar karşılık verirse, bir mesaj olarak ortak dileği gerçekleştirme tutkusu yoğunlaşır. İnsanlar büyük şeyleri kabullenen, ölüme meydan okuyan kahramanlara dönüşür.

 

 

[1] ساد Sad: Hüküm sürmek, yönetmek, idaresi altına almak, hakim olmak.

[2] Abdulkerim el-Hattabi: Fas Özgürlük hareketinin lideri. 1921 yılında İspanyolları Rif savaşında büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Rif kabilelerinin ortaya koyduğu muazzam direniş azmi ve mücadele yeteneğiyle efsanevi “durdurulamaz ve mağlup edilemez önder” sıfatını kazandı. Ho Shi Minh ve Fidel Kastro gerilla savaşında onu model aldıklarını söylemişlerdir.

09 Ağustos 2024

İlgili Terimler :

Instagram'da Bizi Takip Edebilirsiniz...

Bizimle ilgili tüm haber ve gelişmelerden haberdar olmak için Instagram’da takip edebilirsiniz.
@antakyatarihi.com.tr

İLETİŞİM: 0538 955 2706

MAİL bilgi@antakyatarihi.com.tr

ADRES: Antakya - Hatay