Osmanlı Hâkimiyetinden Nasır Dönemine Kadar Mısır’da İktidar Mücadeleleri

     Osmanlı Hâkimiyetinden Nasır Dönemine Kadar Mısır’da İktidar Mücadeleleri

     Ufuk ŞAFAK                                                                                       

     14.07.2010

         Osmanlı Hâkimiyetinde Mısır

Mısır, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girdiği 16. yüzyıldan itibaren devletin en önemli eyaletlerinden biri olmuş ve bu konumunu 20. yüzyılın ilk yarısına kadar korumuştur. Osmanlı İmparatorluğu için Mısır’a hâkim olmak, toprak-vergi-ordu sisteminin ötesinde şeyler ifade etmekteydi. Kutsal kentlere sahip olmak hiçbir Müslüman ülkenin sahip olmadığı bir tür meşruluk ve İslam dünyasının ilgi merkezi olma iddiası sağlıyordu. Mısır kutsal kentleri barındırmanın yanında, Mekke’ye yapılan Haccın önemli bir başlangıç noktasıydı. Hac yollarının kontrolü, “İslam’ın lideri” bir Devletin güncelliğini kaybetmeyen konusuydu. Ancak Mısır’ı kontrol altında tutmak çok güçtü. İstanbul’dan uzaktı ve Suriye’den geçen karayolu çok uzundu. Bağımsız bir iktidar merkezini destekleyecek kaynaklara, hükümetin kullanımı için büyük bir ekonomik fazla üreten zengin bir kırsal kesime ve başkent olarak uzun bir geleneğe sahip olan büyük bir kente sahipti.

15. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Osmanlı Devleti Avrupa’ya ama aynı zamanda Asya’ya doğru genişleyen büyük bir imparatorluğa dönüşmüştü. Bu bakımdan toprakları Memlûkların topraklarının kuzeyine komşu oldu. Ancak Osmanlı Devletine rakip, Mısır’ı yöneten Memlûklardan daha büyük ve etkin başka bir devlet, Safevî Devleti vardı. Ortadoğu’nun hakimiyeti ve ticaret yollarının hakimiyeti bu devleti ortadan kaldırmaktan ya da etkisiz hale getirmekten geçiyordu. 23 Ağustos 1514 te Çaldıranda denk güçte olmayan iki ordu savaşa tutuştu. Ateşli silahlar kullanan yeniçeriler ve ordunun muazzam topları at sırtında savaşan Kızılbaşları alt etmekte hiç zorlanmadı. Bir hafta sonra Tebriz’e ulaşan Sultan Selim, adına hutbe okutup para bastırdı. Safevî devletini tümden ortadan kaldırmasa da önemli ticaret yolları ele geçirilerek Şii yayılması durdurulmuş, Memlûkların müttefiki saf dışı bırakılarak Suriye ve Mısır coğrafyası kolayca fethedilecek bir konuma getirilmişti. Herkes Osmanlı Devleti’nin Safevî’lere son darbeyi indirmek için askeri hazırlık yaptığını düşünürken, Sultan Selim Suriye’ye doğru harekete geçti.

Şah İsmail, Çaldıran savaşından önce, Memlûk Sultanı Kansu Gavri’ye, kuvvetlerini İran ordusuyla birleştirmeyi ve Osmanlı ordusunu yenmek üzere ona katılması yönünde teklifler yapmıştı. Gavri gerçekten de böyle bir birliğe onay verseydi, birleşik ordular belki Yavuz Sultan Selim’in kuvvetlerini yenilgiye uğratabilirdi. Fakat Gavri, Osmanlıyı kışkırtacak bir şey yapmadığı sürece rahat bırakılacağı inancıyla bu teklifi geri çevirdi (Marsot 2010: 36). Ancak savaş kaçınılmazdı. Gavri, savaşa hazırlanmak üzere Şam’a şaşalı bir giriş yaptı. Kısa bir süre sonra iki ordu Halep’in kuzeyindeki Mercıdabık ovasında karşı karşıya geldi. Gavri savaş meydanında öldü ve Memlûklar savaşı kaybederek Mısır’a döndüler.

Tuman Bey Memlûkların yeni sultanı oldu. Sultan Selim, Tuman’a Osmanlı hâkimiyeti altında bir genel vali olarak hükmetmesini öneren bir mektup gönderdi. Bunun için tek gereken, Cuma hutbesinde Osmanlı Sultanı’nın adının anılması, padişah adına sikke basılması ve bir miktar haraç ödenmesiydi. Ancak Memlûklar şiddetle bu teklifi reddettiler. 23 Ocak 1517’de Ridaniye’de Osmanlı ordusu direnişi kırdı ve ardından Kahire’ye girdi.

 

          Memlûk oligarşisi

Osmanlı Devleti, eski Memlûk imparatorluğunu üç bölüme ayırdı. Kuzey bölgeler (Osmanlı sınırına en yakın Suriye toprakları) Halep valiliğine bağlandı. Merkezi Şam civarı olan güney topraklar ikinci vilayeti oluştururken, merkezi Kahire olmak üzere Mısır üçüncü vilayet oldu.

Memlûklar, Ortadoğu tarihinde benzeri bulunmayan bir iktidar sistemi geliştirmişlerdi. Sultanın oğlu babasının yerine geçmekle birlikte; yeni hükümdar, genellikle çok kısa bir süre için egemen olabiliyor ve bu sürede başlıca fraksiyonlar iktidar mücadelesine girişiyordu. Memlûk taraflarından biri diğerlerini yenilgiye uğrattığında, kazanan fraksiyonun lideri de sultanlığı ele geçirmiş oluyordu (Goldschmidt ve Davidson 2008: 175). Tarihteki en kötü hükümet sistemlerinden birinin bu olduğu söylenebilir ancak bu sistem Mısır’ı 250 yıldan fazla yönetmiştir.

Osmanlı Devleti, Mısır’ı topraklarına kattığı ilk yıllardan itibaren klasik yönetim sisteminin dışında bir yol izlemiştir. Memlûklar her iki savaşta da yenilgiye uğramışlar ancak Mısır’daki kadim varlıkları sosyal hayata, ekonomiye öylesine nüfuz etmişti ki, bu durum Osmanlı yöneticilerinin yerel güçlerle ciddi işbirliğine gitmesine neden oldu. İşbirliğinin diğer bir sebebi de; önde gelen bazı Memlûkların Mısırın alınmasında Sultan Selim’le işbirliği yapmalarıydı.

Osmanlı-Memlûk ittifakları Kahire alınmadan önce de mevcuttu. Portekiz gemilerinin Hindistan’a ulaşıp 1501 de Lizbon’a ilk sevkiyatı gerçekleştirmeleri Memlûk ve Venedik tekeline vurulan büyük bir darbe olmuştu. Portekizli tüccarların Kızıldeniz’e sızmaya başlaması ise Kahire’yi büyük bir telaşa düşürmüş ve Memlûkları Osmanlı Devletine başvurmaya itmişti. Dahası, Müslüman dünya Portekizlilerle savaşabilecek bir Memlûk gücünün olmadığının farkındaydı. Tam da bu tehlike karşısında 1510 yılında Osmanlı sultanı II. Bayezid, Kansu Gavri’ye Süveyş’te bir donanma inşası için her türlü malzeme ve ustayla birlikte silah ve barut da gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan birçok paralı askerin Memlûklar için savaşmalarına göz yumuldu. Bütün bu girişimler, Mısır’ın sosyo-ekonomik dünyasına Osmanlı’nın nüfuz etmesi anlamına geliyordu. (İnalcık 2004: 379-380)

Uzun müddet Kölemen hâkimiyetinde kalmış olan Mısır’ın Osmanlı Devleti sınırlarına katıldıktan sonra idari, ekonomik ve sosyal yapısında ciddi bir değişikliğe uğramadığını söylemek mümkündür. Mısır’ın örgütlenmesi, Osmanlıların mevcut eyalet kurumları ile Memlûk döneminden devralınmış kurumların yeniden düzenlenmeleriyle oluştu. Geçmişte Mısır’la kurulan çıkar ilişkilerinin Osmanlı hâkimiyetinde de güncelliğini korumasının bu durumu doğurduğu söylenebilir.

Mısırlıların alışık olmadığı bazı yönetim makamları da hızlıca tesis edildi. Mısır valisi, padişahın divanına (divan-ı hümayun) benzer bir divanı haftada dört kez toplamakla yükümlüydü. Divan, vilayetin tüm çıkarlarının temsilcileri olarak, askeri kumandanları, ticaret erbabının liderlerini ve dinsel ricali bir araya getiriyordu. Diğer bir yeni sistem ise Mısır ekonomisini biçimlendirmekteydi. Mısır, askeri hizmet karşılığı, askeri alaylara verilen topraklar olarak ayrılmıyor, iltizam olarak, parçalara bölünüp vergilendiriliyordu.

Mısır beylerbeylik haline gelince, merkezle olan ilişkileri sağlamada, Mısır Beylerbeyi birinci derecede sorumlu durumuna geldi. Bu bakımdan tayin edilen Mısır beylerbeyine geniş yetkiler tanındı. Zira Osmanlı Devleti dâhilinde bulunan değişik bölgelerin merkezle olan ilişkileri ve bu bölgenin denetimi farklı düzeylerde gerçekleştirilmekteydi. Merkeze en yakın ve merkezden sık denetlenebilen bölgelerdeki kurumlar, İstanbul bölgesindeki yapılanmaya benzerken, merkezden uzaklaştıkça kurumlar ve idari uygulamalar değişmekte, bu da merkez ile yerel yapılar ve güçler arasındaki değişen dengeleri yansıtmaktaydı.

Mısır Beylerbeyi; Haremeyn, Kuzey Afrika, Yemen, Habeş ve Kızıldeniz bölgelerinin idaresinde kilit bir konuma sahipti. Mısır’a Beylerbeyi olarak vezir rütbesindeki kişilerin tayin edilmesinde, Mısır’ın yoğun nüfusu, iktisadi ve mali bakımından önemi ve kültürel alandaki farklılıklar da rol oynadı. Zira Mısır, siyasi, stratejik ve ekonomik bakımdan Osmanlı Devleti’nin en önemli eyaletlerinin başında gelmekteydi. (Tok 2003: 20)

Mısır Beylerbeyi burayı mukataa olarak alırdı. Osmanlı klasik sisteminin ürünü olan mukataa devlete sıcak para akışını sağlardı ki, Mısır’ın coğrafi büyüklüğü ve yıllık ekonomi girdisi düşünüldüğünde, Osmanlı’nın burada asayişi sağlamak için yerel güçlere verdiği ödünler daha iyi anlaşılmaktadır.

Mısır mukataasını alan Beylerbeyi, giderlerden arta kalanı merkeze göndermekle yükümlüydü. İstenilen meblağı temin edememesi durumunda, açığı kendi hesabından karşılamak zorundaydı. Mısır Beylerbeyiliği’ne tayin edilen beylerbeyiler, aynı zamanda vezir olduklarından, onlardan Tuğ Caizesi ve Mansıp Caizesi adı altında iki türlü vergi alınmaktaydı. Mısır Beylerbeyiliği caizesi en büyük olan beylerbeyliklerdendi. Mısır’la merkez arasındaki ilişkileri belirleyen unsurlar arasında, Padişah isminin Cuma Hutbesinde okunması ve adının sikkeler üzerine yazılması, muayyen olan yıllık hazinenin gönderilmesi, talep edildiğinde Mısır askerlerinin merkezi orduya gönderilmesi hususları yer alırdı. Bunlar yerine getirildiği sürece merkezi hükümet için Mısır’da mahalli hususlarla ilgili düzenlemeler fazla sorun teşkil etmemekteydi (Özer 2007: 58).

Mısır beylerbeylerinin görevde kalma süreleri, Osmanlı siyasetinin genel bir uygulaması olarak bir yıldı. Vergi gelirlerinin düzenli toplandığı ve merkezle olan ekonomik anlaşmaların yerine getirildiği durumlarda, Beylerbeyinin yönetimde kalma süresi her yıl uzatılmaktaydı.

Osmanlı yönetimi, yerel Memlûk Beylerini kendi eyalet valilerine karşı güçlendirmeyi amaçlayan bir denge politikası izledi. Kökleri, Memlûk yönetim geleneğinde bulunan aile yapısına dayalı yerel güç odakları, bizzat İstanbul tarafından desteklenebilmekteydi. Bu durum, XVII. yüzyıldan itibaren, Mısır’da, Memlûk Beylerinin nüfuz kazanmasına yol açtı. Kısa bir süre sonra devletin önemli işleri (defterdar, emiru’lhac, emirü’l-hazine, kaymakamlık vs.) bu Beylere verildi.

XVI. ve XVIII. yüzyıllar arasında Mısır’da sayıları artan Memlûk Beyleri, Kahire’nin esir pazarlarından Kafkas menşeli köleler satın alıp kuvvetlerini arttırma yoluna gittiler. Böylelikle, Mısır’da, beylerbeyi ve yeniçerilerin elindeki yetkiye alternatif bir karşı ağırlığı kurumlaştırdılar. Güçlerini artıran Memlûklar, Mısır’ın örgütlenmesinde önemli bir rol oynamayı sürdürdüler ve Bey unvanıyla özellikle taşra illerinin yönetiminde görevler aldılar. XVII. yüzyılda idarede önderlik konumunu elde tutacak ve Mısır’ın kentsel ve kırsal servetinin büyük bir kısmını denetleyebilecek kadar güçlü olan Kafkaslardan ve başka yerlerden gelen Memlûk gurupları oluştu. Yaklaşık 1630’dan itibaren Memluk aileleri üstün bir güce sahip olmaya başladılar. Beylerin gücü, taşranın denetimlerinde olmasından, iltizam adı verilen işletmelerden ve belli başlı yönetim işlevlerini üstlenmelerinden kaynaklanmaktaydı.

Osmanlı Devleti, Mısır’ın ticari potansiyeli karşında, oluşan Memlûk statükosuna dokunmamaktaydı. Mısır’ın devlet hazinesine sıcak para girdisi o kadar yüklü miktardaydı ki, 1527-28 bütçesinde Mısır’ın toplam geliri 116.530 akça olarak görünüyordu (bkz. Tablo I). Harcamalar düşüldükten sonra kalan 70 milyon akçalık fazla, yaklaşık 1.200.000 düka altını demekti. Gelir gider harcama dengesi göz önünde bulundurulduğunda  (bkz. tablo II), 1527-28 yılında Mısır- Suriye-Halep Beylerbeyliklerinin (Mısır’ın bu grup içindeki artı gelir oranı %45 e yakındır) Rumeli, Anadolu, Karaman, Zülkadriye, Rum ve Diyarbekir Beylerbeyliklerinin toplamından kat kat fazlasıydı ve gelir giderin yaklaşık üç katına yakındı.

          Tablo I

          1527-1528’de Mısır’daki başlıca Gelir Kaynakları(Milyon akça) (İnalcık 2004: 126)

Aşağı Mısır’da arazi vergisi büyük oranda nakit alınmaktaydı. Pamuk, pirinç ve şekerden aynen alınan bazı arazi vergileri ise doğrudan imparatorluk hazinesine teslim edilmekteydi. Gümrük vergilerinin en önemlisi de Süveyş’te bulunmaktaydı. Burası, Mısır’ın Yemen, Arabistan, Hindistan ve Uzak Doğu ile ticaretinin en önemli antreposuydu. Kahire ile bütün bu yerler arasındaki ticaret Süveyş’ten geçmekteydi. Gümrük mukataaları ile bunlara bağlı diğer mukataalardan sağlanan toplam yıllık gelir, 1595-1596 yılında 16.32 milyon para gibi büyük bir oranı ifade ediyordu (İnalcık 2004: 127).

Bütün bu karmaşık ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi işi, mukataa sistemi sayesinde Memlûk ileri gelenlerine verilmişti ve burada elde ettikleri güç, hiçbir Osmanlı eyaletinde, hiçbir yerel gücün elde edemediği türden bir güçtü.

Ancak istikrarlı gidişat pek uzun sürmeyecekti. 1600lü yılların başında Yeni Dünya’dan gelen ucuz gümüş akışının yol açtığı fiyat devrimi, Osmanlı İmparatorluğunda altın ve gümüş dengesini bozdu. Osmanlı parasının değeri düştü ve genel bir enflasyona yol açtı. Osmanlıların en büyük icatlarından biri olarak, eskiden beri sabit tutulan asker maaşları, enflasyon yüzünden değerini kaybetti.

Para tağşişi, Mısır’daki Osmanlı askeri birliklerinin bir dizi isyanına sebep oldu. İlk ayaklanma 1586 da patlak verdi. Atılan tüm adımlar askeri yatıştırmakta yetersiz kaldı. Bu isyanı diğerleri izledi ve en nihayetinde 1609 daki ayaklanma ancak ciddi çarpışmalar sonrasında bastırılabildi. 1609 ayaklanmasının başını Memlûk beyleri çekmişti. İsyanın ana hedeflerinden biri Osmanlı birliklerinin yetkisini alaşağı ederek, Mısır üzerinde var olan Memlûk hâkimiyetin daha da artırmaktı.

İsyan bastırılmış olmakla birlikte, Memlûklar, ülkede siyasal otoriteyi ellerinde tutmaya devam ettiler. İlerleyen yıllarda Memlûk otoritesi öylesine genişledi ki, sevilmeyen her valiyi azletme ve payitahttan yeni bir aday gönderilene değin, kendi seçtikleri bir valiyle geçici yönetimler kurmaya başladılar. Bu olay sonunda kurumsallaştı. 1609 dan  sonraki yıllar boyunca, bir Memlûk beyi olan Rıdvan Bey Mısır’ın gerçek hâkimi oldu. Yıllık görevle tayin edilen Osmanlı valisi, bir yıllık hizmetini tamamlayıp elden geldiğince yüklü bir para kazanıp o yılın sonunda payitahta dönen simgesel bir konuma itildi. Bu durum 1656 ya kadar sürdü, Rıdvan’ın ölümüyle de üstünlüğü ele alacak kadar güçlü bir Memlûk hizbi ortaya çıkmadı.

Osmanlı valileri Memlûk hiziplerini birbirlerine karşı kullanarak belirli bir güç elde edebileceklerini anladılar. 1660 tan sonra, Memlûkların yönetimdeki rolü devam etmesine karşın, eski kudretlerini yitirdiler. Uzun yıllar Memlûkları birleştirecek bir hizip ortaya çıkmazken, Osmanlı Devleti, açıktan olmasa da, faydalanabileceği hizipleri desteklemiştir. Bu bir anlamada yerel Memlûk gruplarını tanımak anlamına da gelmekteydi.

Memluk hizipleri o kadar hızlı parlıyor ve sönüyordu ki, bir yıl içinde iki hizbin iktidarda söz hakkı olabilmekteydi. Daha önce siyasi güçleri bulunmayan Kâsımiyye ve Zülfikâriyye fırkaları 1711 de şiddetli bir çatışmaya tutuşmuşlar, önce Kâsımiyye Memlûkları, 6 ay, sonra da Zülfikariyye Memlûkları 6 ay buyunca yönetimde söz hakkına sahip oldu.

Osmanlı, Mısır’da yaşanan birçok ayaklanmayla uğraşmak zorunda kaldı. Ancak, gerçekleşen yerel ayaklanmalar bağımsız-ayrılıkçı ayaklanmalar olmayıp yerel yönetimlere karşı güç elde etme mücadelesi şeklinde cereyan ediyordu. Osmanlı İmparatorluğundan ayrı bir varlık olma iddiası taşıyan ilk ayaklanma, XVIII. Yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti.  Memlûk saltanatını yeniden kurmak isteyen Kazdağlılar hizbinin lideri Ali Bey, Mısır’a bir Osmanlı Paşasının gönderilmesini kabul etmedi ve İstanbul’a ödemesi gereken vergileri dört yıl boyunca ödemedi (Karal 1938: 25-26).

Ali Bey, Hicaz ve Suriye’yi fethetme girişiminde de bulunarak Osmanlıya tam anlamıyla meydan okumaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu Mısır’da ilk kez ayrılıkçı bir isyanla karşı karşıya kalmış, Avusturya-Rusya ittifakına karşı büyük bir savaşta olması sebebiyle bu isyana karşı harekete geçememiştir.

Ali Bey, Mısır’ın on dört mülki idaresinin yönetimlerine kendi adamlarını atayarak, tek elde toplanan merkeziyetçi bir otorite kurmaya girişti. Osmanlı gücünün farkında olan Ali Bey, 250 yıl önce atalarının yenilgisinden dersler çıkararak barut kullanımına önem verdi ve Ruslardan uzun menzili toplar satın aldı. Osmanlı Devleti ise Ali Bey’i ortadan kaldırmak için geleneksel yöntemini harekete geçirdi. Ali Bey’in Hicaz ve Suriye’yi fethetmekle görevlendirdiği Ebu Zeheb’i kendi safına çekerek, Ali Bey’i ortadan kaldırdı (Marsot 2010: 48-49). Ancak Ebu Zeheb’te Osmanlı İmparatorluğuna biat etmeyerek ölünceye dek Mısırda tek güç oldu. 1775 te Ebu Zeheb’in ölümüyle beraber Osmanlı imparatorluğu Mısır’da istikrarı tesis etmeğe girişti.

Mısır’ın kaderini belirleyen Memlûk fırkaları arasındaki iç çatışmalar devem ederken, Osmanlı İmparatorluğu bölgeye Cezayirli Hasan Paşa’yı gönderdi. Aynı zamanda, Memlûklarla Rusya arasındaki ilişki İngiltere ve Fransa’nın Mısır’da faaliyetlerini artırdı. Bu ortamda, Hasan Paşa idareyi bir süre eline aldı ancak Osmanlı-Rus savaşının yarattığı kaos, Mısır’da Memlûk gücünün kabul edilmesini zorunlu kıldı.

 

          Mısır’da Fransız İşgali

Osmanlı Devleti 1774 yılından itibaren Mısır’da isyanları bastırmakta yetersiz kaldı ve otoritesini göstermekten uzaklaştı. Osmanlı gücünün Akdeniz’de zayıflamaya başlamasıyla beraber, Rus İmparatorluğuna karşı oluşturulan Fransız-Osmanlı ittifakı bozulmaya yüz tuttu. Özellikle Fransız devriminden sonra Avrupalı devletler, Akdeniz ticaretini ele geçirmeye daha da heveslendiler. Napolyon Fransa’sına göre Doğuda kurulacak bir devlet için Mısır’da hâkimiyet kurmak şarttı.

Fransız Hariciye nazırı Talleyrand’a göre; Fransa’nın kalkınması için müstemlekelere ihtiyaç vardı ve bunun için en uygun yerler Afrika sahilindeki adalar ile Mısır’dı. Talleyrand için Mısır seferi, İngiliz ve Rus entrikalarına son vermek için yapılacak ve tam manası ile Osmanlı Devleti’nin lehinle olacaktır. Osmanlı Devleti, Mısır’ın Fransızlar tarafından işgalini büyük bir hizmet olarak görecek ve Fransızlara minnettar kalacaktı. Nitekim Fransızlar İskenderiye’ye ayak bastıklarında bu seferi, Padişah’a karşı değil ona karşı koyan Kölemen Beylerine karşı yaptıklarını iddia edeceklerdi (Özer 2007: 34).

Fransızların işgal planlarının arkasında yatan en önemli sebeplerinden biri de Süveyş yolunun açılmasıdır. Hint ticareti için uzun ve masraflı Ümit burnu yolu yerine, Süveyş yolunun açılması hammadde akışını ele geçirmek anlamına geliyordu.

Napoleon, 2 Temmuz 1798’de 400 gemi ve 35 bin askerle İskenderiye yakınında karaya çıktığında yanında 175 bilim adamı bulunmaktaydı. Napoleon’un Mısır’da gayeleri büyüktü ve kısa sürede harekete geçti. Mısır’da Büyük bir kütüphane ve iki okul açtırarak, Decade Egyptienne (Mısır Haftası) ve Le Courire d’Egypte  (Mısır Postası) adları ile iki gazete bastırmıştır. Bir tiyatro ve bir matbaa açtıran Napoleon, Rasathaneler ve Kimya laboratuarları da tesis etti (Altundağ 1988: 21).

Mısır seferi, önce Fransa ve Osmanlı Devleti arasında bir savaşa dönüştü. İlerleyen safhalarda da Rusya ve İngiltere’nin bu ihtilafa karışmasıyla büyük bir siyasi buhran halini aldı (Karal 1938: 143-144).

Napoleon Mısır’a ayak basar basmaz bir beyanname yayınlayarak, işgali Osmanlı Devleti ve Müslüman ahaliye kabul ettirmeye çalıştı. Bu beyannamede; Mısırlıların kurtarıcısı, Padişahın dostu, Kölemenlerin düşmanı ve İslâmiyet’in hamisi sıfatlarını takındı.

Mısır beyleri Fransız askerlerini karşılarında gördüklerinde nasıl tavır takınacaklarını kestiremediler. Başta, Osmanlı Devletine güvenmediklerinden dolayı, Napoleon’un Osmanlı Devleti’nin isteğiyle işgale giriştiğini bile düşündüler. Osmanlı’yla yapılan yazışmalar sonucunda bunun bir keyfi işgal olduğu ortaya çıktı ve Ezher ulemasının fetvasıyla yerel beyler savaş kararı aldılar.

Memluk gücünün liderleri Murat ve İbrahim Bey’ler her ne kadar mukavemete girişseler de başarılı olamadılar ve Fransız ordusu 22 Temmuz 1978 de Kahire’ye girmiştir. Halkı yanına çekmek için yerel divanlar oluşturan Napoleon, bu seferi, Mısırlıları, Memluk ve Osmanlı zulmünden kurtarmak için gerçekleştirdiğini söylemekteydi. Ancak Fransızlar halkın desteğini kazanamadıkları gibi Akkâ önlerinde Cezzar Ahmet Paşa’ya yenilerek ilerlemeleri durmuştu.

Mısır’ın işgali, Avrupa’da ittifak dengeleri tümden alt üst etti. Fransa’ya karşı zorunlu bir Osmanlı-Rus-İngiliz ittifakı doğdu. 1798 de yapılan üçlü bir anlaşmayla Osmanlı-Rus ve İngiliz donanmaları denizden, İngiliz ve Osmanlı kuvvetleri karadan, Fransa’ya karşı harekete geçti (Karal 1938: 98-99).

Napoleon 1799 Mayısında yanına yüklü miktarda altın ve gümüş alarak Mısır’ı terk etti. Yerine vekil olarak bıraktığı General Kleber’e yazdığı mektupta; altı aya kadar yardım gönderilmezse, Mısır’ı boşaltmak üzere Osmanlı ile barış antlaşması imzalamaya yetkili olduğunu bildirdi (Özer 2007: 36). Fransızlar uluslar arası baskılara ve gittikçe büyüyen yerel öfkeye karşı, 1 Ağustos 1081 de Mısır’ı boşaltma kararı aldılar.

Fransızlar, Mısır’da 3 yıla yakın hüküm sürdüler. Mısır’ın işgali hammadde yollarını ele geçirme ve Emperyal güçler arasında bir müstemleke savaşı olarak cereyan etse de, Müslüman dünya için bu işgal, Avrupalı güçlerin Müslüman dünyasındaki bir ülkeye ilk defa açıktan saldırması olarak yorumlanmıştır (Hourani 1997: 315).

 

          Memlûkların Sonu ve Mehmet Ali Paşa Dönemi (1805-1848)

Memluk beyleri Fransız işgali karşısında net bir tutum almamışlardı. Kimi beyler savaş kararı alırken, Memlûk hiziplerinin büyük çoğunluğu, askerleriyle beraber Mısır’ın güneyine çekilmişti. Savaşan Memlûk hizipleri ise başarısız olmuşlar ve kent merkezlerinden kaçarak Mısır halkını kaderine terk etmişlerdi.

Fransızlar geri çekildikten sonra, Mısır’da iktidar ismen Osmanlıların eline geçti. Memlûklar, eski konumlarına yeniden geçmeyi umuyorlardı. İngilizler de, Memlûkları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle edebilecekleri düşüncesiyle bu görüşten yana çıktılar. Ancak Osmanlı ileri gelenleri geçmiş yıllarda kendilerine büyük sorunlar çıkarmış ve hayli büyük endişeler yaratmış olan Memlûklardan kurtulmanın yollarını aramaya başladılar.

Mısır’daki Fransız fethi, Memlûkların yerli halkla bağlarını kopardı. Mısırlıların Memlûklara katlanmalarının tek nedeni, en azından Memlûkların onları her türlü yabancı istiladan koruyabilecekleri inancıydı Ancak Memlûkların her türlü askeri güçten yoksun oldukları Fransız işgaliyle açığa çıktı. Mısır uleması doğru dürüst birilerini bulmaları halinde, Mısır’da Memlûk hükümranlığına bir alternatif oluşturabileceklerini görmeye başladılar. Bu kişi, çok geçmeden kendini gösterdi. Mısır’a Osmanlı ordusunun Arnavut kuvvetlerine Mensup Mehmet Ali adında bir adam, Mısır’ın tarihini değiştirecekti (Marsot 2010: 52).

Mehmet Ali, Fransızlarla savaşmak üzere Arnavut kuvvetlerinin başı Ali Ağa’nın yardımcısı olarak atanmıştı. Bir müddet sonra Ali Ağa Mısır’ı terk edince Kavala askerlerinin başı Mehmet Ali oldu.

Mehmet Ali, Osmanlı ordusunun Fransızlara karşı askeri harekatını bizzat gördü ve iki ordu arasındaki farkları anladı. Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durumu ve zaaflarının farkına vararak İmparatorluğa karşı hürmet hisleri yavaş yavaş azalmaya başladı (Altundağ 1988: 24).

1801-1805 yılları arasında Mısır, Osmanlılar, Memlûklar ve İngiliz kuvvetlerinin kendi adaylarını Mısır valisi olarak iktidara getirme mücadelesi verdiği büyük bir karışıklık dönemi yaşadı. (Marsot 2010: 52) Ancak Mehmet Ali zeka ve enerjisiyle Mısırın son valileri Husrev, Tahir, Ali ve Hurşit paşaları alaşağı ederek idareyi eline aldı.

1805 tarihinde Babıâli birazda mecburiyetle, yıllık bir vergi vermek ve isyancı Vahhabilerle mücadele ederek işgal ettikleri yerleri almak şartıyla Mehmet Ali’nin Mısır valiliğini tasdik etti (Altundağ 1988: 24-25). Özünde karşılıklı bir anlaşmayla iktidara gelen Mehmet Ali’nin önünde büyük bir güç, onun iktidara gelmesinde ittifak ettiği bazı Memlûk grupları bulunuyordu. Mehmet Ali 1811’e değin Memlûk gruplarıyla mücadele etti ve onları güçlükle iktidardan uzaklaştırdı.

Mehmet Ali iktidara gelir gelmez bir eylem planı hazırladı. Mehmet Ali ve yandaşları, Memlûklar döneminde bazı tüccarların yaptığı gibi ihracata yönelik tarımı genişletmeye inanan merkantilistlerdi, ama aynı zamanda yerel olarak yetiştirilen tarımsal hammaddelerden yararlanmak ve kedine yeterli hale gelerek, külçe altın ve gümüşün dışarıya çıkarılmasını önlemek için sanayileşmeyi başlatmak da istiyorlardı (Marsot,  2010, 55).

Mehmet Ali reformlarını önce ekonomik alanda gerçekleştirdi. Akdeniz ve çevresindeki yeni düzenin farkında olan Mehmet Ali reformlarını önce ekonomik alanda gerçekleştirdi. Yeni düzende tüccarlar ve mallar serbestçe hareket edebiliyor, dünya ucuz pamuklu ve yünlü yeni kumaşlara ve metal eşyalara açılıyordu. Bu mallar önce ve esas olarak İngiltere’de ama aynı zamanda Fransa, Belçika, İsviçre ve Batı Almanya’da üretiliyordu. İngiltere’nin Doğu Akdeniz ülkelerine ihracatı %800 artmış ve Mısır’da bir bahçede buldukları yüksek kalitedeki tekstile uygun uzun saplı pamuğun ekimine başlamışlardı.

Mısır’ın en çok ticaret yaptığı ülke olan Fransa, Mısır yoluyla yemen kahvesini yeniden ihracını sağlamaktaydı. Mehmet Ali Paşa döneminden önce; Fransa’dan Mısır’a yedi kat kumaş geliyor, boya maddeleri ve lüks Avrupa malları da ciddi bir yekûn tutuyordu (İnalcık 2000: 856). Fransa’nın Mısır ekonomisindeki en etkin devlet olmasının sebebi Fransız Devrimi sonrası Osmanlı-Fransız ticari anlaşmalarıydı.

Mehmet Ali Mısır ekonomisinin güçlenmesinin birinci yolunun, Osmanlı tahakkümden kurtulmak veya tahakküm ilişkilerini yumuşatmaktan geçtiğinin farkındaydı. Pamuk ve pirinç ekimini teşvik ederek, Fransız ve İngiliz tüccarlarla anlaşmalar yaptı. Avrupa’ya öncekinden 4-5 kat fazla ürün ihraç etti ve Avrupa’dan ithal edilen lüks mallara kota koydu.

Sulama sistemi genişletilerek geleneksel olarak tek ürün alınan bazı yerlerde yılda iki hatta üç hasat yapılması sağlandı ve havza sulaması yavaş yavaş daimi sulamaya dönüştürüldü. Sulamanın yeni başladığı topraklara ihraç ekonomisini daha da hızlandıracak pamuk, şekerkamışı, çivitotu ve keten ekildi. Eski mültezimler yeni rejim tarafından mülksüzleştirildi ve toprağın bir kısmı yeni seçkinlere verildi. Bu seçkinler vali, ailesi ve maiyetinin yanı sıra, yönetimle işbirliği yapmış olan yerli Mısırlılardan oluşmaktaydı (Marsot 2010: 58). Ancak Memlûk beyleri taksimi yapılan topraklardan çok az pay aldaılar.

Osmanlı İmparatorluğu Rusya’yla savaştaydı ve bütün bu düzenlemeler sessizce gerçekleştirildi. Mehmet Ali, Ekonomik alandaki reformları tüm hızıyla yürütürken, Osmanlının savaş ilan ettiği ancak Ortadoğu’dan uzaklaştıramadığı İngiliz ordularını 1807’de İskenderiye’de yenerek büyük bir zafer elde etti.

Bu gelişmeler başta Osmanlının lehineydi. Mehmet Ali İngilizleri yendikten sonra, Osmanlı’ya karşı isyan eden Vahhabilere karşı bir dizi savaşa girdi. 1818 yılı sonunda isyanı bastırıldığında bölgenin valiliğine Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim atandı. Mehmet Ali Hicaz’da güçlü bir yönetim geliştirir geliştirmez dikkatini Sudana dikti ve 1819 da buraya sefere çıktı.

Sudan seferi umulan altın ve insan gücü (köle elde etme) açısından başarısız oldu. Bulunan altın düşük kaliteli ve madencilik faaliyetine değmeyecek nitelikteydi. Bununla birlikte Sudan’ın fethi Mısır’a muazzam bir toprak parçası kazandırdı. 1822 ye gelindiğinde, Mısır artık Osmanlı’ya tabi çok sayıdaki eyaletlerden biri olmaktan ziyade, bir İmparatorluğa benziyordu. Vali hâlâ ismen bir eyaletin yöneticisi olmakla birlikte, Hicaz ve Sudan’ın da hâkimiydi (Marsot 2010: 57).

Mısır’da ordu, Kuzey Afrikalı, Boşnak, Megrel, Çerkes, Arnavut ve diğer heterojen etnik gruplardan oluşuyordu. Mehmet Ali orduya fellahları almaya başladı ve eğitimlerini, Napolyon orduları dağıldıktan sonra Mısıra iş bulmak için gelen Fransız subayları üstlendi. Üst rütbeli askerlerin tamamına yakını Osmanlı olsa da, alt rütbeli Mısırlı askerlerin sayısı zamanla 100 bini buldu. Ordu yeni silahlarla teçhiz edildi ve Avrupa’ya eğitim görmek için Mısır’lı subaylar gönderildi.

Yalnız ordu değil yönetim de Mısırlılaştırıldı. Bir kazanın yöneticiliği görevinden aşağıya tüm memurlar artık Mısır yerlisiydi. Sadece valiler Osmanlıya sadık yöneticilerdi. Çoğu ülkede halk arasındaki akrabalık duyguları bir devlet ihtiyacı doğururken, Mısır’da önce devlet ortaya çıktı, ardından halk arasında akrabalık ve aidiyet duyguları oluştu (Marsot 2010: 60-61).

Mısır, Osmanlı’nın hâlâ sadık bir eyaletiydi. Osmanlı İmparatorluğu Yunan milliyetçilerine karşı zor durumda kalınca, Mehmet Ali’ye başvurdu. Öncelikle Mehmet Ali’ye Akdeniz’deki Rum korsanların takibe alması emredildi. Rum korsanlar sebebiyle Mısır ticaretinin de zarar görmeye başlaması ayrıca Mehmet Ali’nin ordusunun gücünü dünyaya gösterme ve büyük devletlere Osmanlı ordularına karşı üstünlüğünü ispat etme fırsatını değerlendirmek arzusu onu savaşa sokmuştur. Ayrıca bu savaş ile İslâm dünyasındaki saygınlığının artacağına ve verdiği hizmet karşılığında Suriye paşalığını da alabileceğine inanmaktaydı. (Sinoue 1999:  248). Mehmet Ali kısa sürede isyan hareketini tamamen bastırdı. Bu başarısı üzerine kendisine Girit paşalığı verildi ve Mora Valiliğini ülkesine katmak şartıyla Mora isyanını bastırmayı kabul etti.

Mehmet Ali bütün bu başarıları sonunda Suriye’nin kendisine verilmesini talep ettiğinde, İstanbul, Girit ve Mora’nın zaten başarısını ödüllendirmek için ona verildiğini bildiren bir mektup gönderdi. Suriye’yi almayı kafasına koyan Mehmet Ali müsait zaman ve bahane aramaya başladı. Bu bahaneyi bulmakta gecikmedi. Akkâ valisi ile arasındaki bir ihtilafı, silahlı kuvvetleriyle halledebileceğini bildirerek, Sultanın emirleri hilafına İbrahim Paşa kumandası altında ordu ve donanmasıyla, 1831 yılı sonbaharında Suriye’ye saldırdı (Altundağ 1988: 28-29).

Sultan Mahmut, başta uzlaşma çabaları içinde oldu. Ancak Mısır ordularının büyük bir harekât hazırlığında olduğu öğrenilince Mehmet Ali asi ilan edildi. Yeniçeri ordusunu ilga etmiş olan Osmanlı imparatorluğu Suriye’de üst üste yenilgiler aldı. İbrahim Paşa 18 Haziran 1832’de Şam’a girdiğinde Osmanlı orduları kuzeye çekildi ve sıranın Anadolu’ya geldiğini bildiklerinden Antakya dolaylarında toplandılar. Ancak bütün bu çaba boşunaydı, Mehmet Ali’nin birlikleri Anadolu’ya açılan bir kapı mahiyetindeki Beylan’da Osmanlı ordusunu yendi. Mısır Ordusu Adana’ya kadar ilerleyerek Toroslar’da bulunan bütün şehir ve kasabaları ele geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu için yenilgiden daha önemlisi Ordunun yeteneksiz ve teçhizatsız olduğunun açığa çıkmasıydı. 1832 Aralığında Araplardan müteşekkil 1500 kişilik bir kuvvet 35.000 kişilik Osmanlı kuvvetlerini imha etmişti (Yorga  1948: 5. C, 367-371).

Mehmet Ali İstanbul’a başvurarak Suriye’nin kendisine verilmesi koşuluyla savaşı durdurmayı teklif etti. Sultan II. Mahmut bu öneriyi reddederek 30.000 kişilik bir orduyu Konya’ya yolladı. 21 Aralık 1832 de Osmanlı birlikleri yenilgiye uğradığında Mısır ordusunun İstanbul’a yürümesi için hiçbir engel kalmamıştı.

Padişah’ın oturduğu kutsal bir yer olan İstanbul’a hücum etmek Mehmet Ali Paşa ve İbrahim Paşa’nın aklılarından bile geçmezdi. Onlar hala Padişaha sadık olduklarını söylüyor ve Anadolu’ya saldırmalarının sebebinin, Mısırlılara düşman olan bazı paşalar olduğunu belirtiyorlardı.

Osmanlı topraklarında ciddi ekonomik çıkarları olan Fransa ve özellikle İngiltere tam bu sırada devreye girdi. Ortadoğu uzun zamandır İngiliz malları için büyük bir pazar haline gelmişti. Mısır’ın Suriye’ye doğru genişlemesi, İngiliz ticari çıkarlarıyla çelişiyordu. Suriye’yi işgal ettiği andan itibaren Mehmet Ali İngiliz mallarından çok Mısır mallarını yaygınlaştırmak eğilimindeydi.

Rusya ise Osmanlı İmparatorluğunun Mehmet Ali’ye karşı İngiliz-Fransız yardımı alarak bu iki devlete imtiyazlar tanınmasının kendi aleyhine olacağını bildiğinden, Mısır isyanının ilk gününden itibaren İstanbul’a yardım tekliflerinde bulundu. Fransa-İngiltere ikilisi Mısır’a ve İstanbul’a heyetler göndererek arabulucu rolünü üstlendiler. Uluslar arası bir boyut kazanan mesele Padişahın Mehmet Ali’nin ağır şartlarını kabul etmesiyle sonuçlandı.

14 Mayıs 1833’te imzalanan Kütahya Antlaşması Mehmet Ali ve Oğlu İbrahim’in büyük bir zaferiydi. Antlaşmaya göre Mehmet Ali’ye Mısır ve Girit valiliklerinin yanında, oğlu İbrahim’e Cidde (Hicaz), Sayda (Filistin), Trablus (Lübnan), Şam, Halep, Adana valilikleri verildi. Ayrıca Sultan Mahmut antlaşmaya göre tüm isyancıları af ediyordu (Kocaoğlu 1995: 203).

Antlaşmadan hemen sonra Mısır ordusu Torosların güneyine çekildi. İki taraf arasında güvensizlik sona ermezken, Mehmet Ali, İstanbul’dan bağımsız bir hükümdar gibi davranmaya devam etti ve İngiltere’ye iktidarının bulunduğu bölgelerde imtiyazlar vererek yakınlaşma çabalarına girdi.

Ancak Sultan Mahmut İngiltere’yle yaptığı ticari bir antlaşmayla Mısır-İngiliz yakınlaşmasını engelledi. Bu antlaşma Mısır’ın bütün gelir kaynaklarını tek elden idare eden ve mali gücü buna bağlı olan Mehmet Ali’nin iktisat politikasına vurulan bir darbe idi. Sultan Mahmut ayrıca Rusya’yla da bir anlaşma yaparak asker desteği sağladı. İstanbul’a gelen Rus donanması her an yardıma hazır bir vaziyette beklemekteydi.

Mısır meselesi tam manasıyla Osmanlı nüfuzu üzerinde çıkar çatışmasına dönüşmüştü. Avrupalı güçler Mehmet Ali’nin zaferinin uzun sürmeyeceğinin farkındaydılar. Ancak tam tersi bir gelişme Nizip savaşında yaşandı. 24 Haziran 1839’da Suriye’ye giriş yapan Osmanlı ordusu Nizip’te büyük bir yenilgiye uğradı.

Kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti Tanzimat Fermanı’nı ilan ettiğinde, Avrupalı Devletler Mehmet Ali’ye karşı Osmanlı’ya tam desteklerini sunmaya başladılar. İstanbul’la Avrupalı güçler arasında Osmanlı’nın bütünlüğünün korunmasına dair müzakereler Mısır sorununu da kapsamaktaydı. Mehmet Ali Babıâli’nin bütün tekliflerini reddetmiş bu sebeple İngiltere; Osmanlı, Avusturya, Prusya ve Rusya ile anlaşarak Londra Muahedesini imzaladı.

İmzalanan muahedeye göre; Mısır Valiliği Mehmet Ali’nin sülalesine bırakılacak, Mehmet Ali hayatta kaldığı sürece Akkâ Mısır’ın olacak ancak, Hicaz, Suriye, Girit ve Adana tahliye edilecekti. Mehmet Ali şartları on gün içerisinde kabul etmezse Akkâ’yı kaybedecek, ikinci on günlük süre içinde kabul etmezse Padişah, Mısır’a dair tekliflerini geri alma konusunda serbest kalacak ve müttefik devletler de Osmanlı Devleti’ne yardım edeceklerdi (Özer 2007: 126).

Anlaşma Fransa’yı dışarıda bırakmış ve Mısırla yakınlaşmasına sebep olmuştu. Fransa’ya güvenen Mehmet Ali ültimatomu reddetmiş, Avrupalı devletlerin çıkarlarını koruyacağı hususunda layihaları ilgili devletlere göndererek bağımsızlığının tanınmasını istemişti.

Osmanlı Devleti Mehmet Ali’yi tekrar isi ilan ederek İngiliz, Avusturya ortak donanmasıyla Suriye kıyılarını kuşattı ve Lübnan’a asker çıkardı. Diğer taraftan kuzeyden ilerleyen Osmanlı birlikleri İbrahim Paşa kuvvetlerini geri çekilmeye mecbur etti. Fransa çok kısa bir sürede harekete geçen ittifak karşısında Mısır’dan desteğini çekti. Fransız desteğini kaybeden Mehmet Ali İskenderiye önlerine gelen İngiliz filosunu görünce öne sürülecek şartları kabul edeceğini bildirdi (Kocaoğlu 1995: 206-207).

Osmanlı Devleti 13 Şubat 1841’de  “Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı”nı yayınladı.  Ferman, Mehmet Ali Paşa’ya hitaben yazılmış ve hangi şartlar içinde Mısır’ın babadan evlada geçmek üzere kendisine bırakıldığını açıklamıştır.  Fermanın bazı maddeleri şunlardı;

– Mısır Valiliği Mehmet Aliye ve soyuna, babadan oğla geçmek üzere verilmiştir.

– Mısır valileri Padişah tarafından Mehmet Ali soyundan kişiler arasından seçilip atanacaktır.

– Osmanlı Devleti kanunları Mısır’da uygulanacak, vergiler padişah adına toplanacaktır.

– Mısır ordusu 18.000 kişiyi geçmeyecek, üst düzey subaylar Osmanlı Devleti tarafından atanacaktır.

– Bu koşullara sağlanmadığı takdirde, Padişah Mısır’a verilen ayrıcalıklardan vazgeçebilecektir (Mustafa Nuri Paşa 1992: c. II-IV, 281).

1841 fermanı Mısır’ın hukuki statüsünü değiştirerek, yarı müstakil bir devlet haline getirdi. Mısır’ın fiili idaresi Mehmet Ali Paşa’nın ailesine geçerek, Mısır eyaletinin tabiiyetinde olan Sudan ve Kızıl Deniz’in gümrük idareleri Mehmet Ali’ye bırakıldı. Ferman; Avusturya, Rusya, Prusya, İngiltere ve daha sonra Fransa tarafından garanti edildi. Bu yanıyla ferman, Padişahla Paşa arasındaki ilişkileri düzenlemekten öte devletlerarası çıkar ilişkilerini gözeten güçlü devletlerin hukuki bir metni ifade etmekteydi.

Mehmet Ali’nin Mısır Devleti planı Avrupalı devletler, özellikle İngiltere’nin müdahaleleriyle önlenmiş oldu. Osmanlı Devletinin çöküşünü hızlandıran Balta Limanı Antlaşması’nın şartları, Mısır’da Valinin direnmesine rağmen uygulandı. Mehmet Ali’nin ambargo kanunları ve tekellerinin yanı sıra, silah ve savaşla bağlantılı emtia üreten sanayisi dağıtıldı. Mısır’ın geri kalan fabrikaları da himayeden yoksun kalınca, Balta Limanı Antlaşması’nda belirtilen gümrük indirimlerinden yararlanan daha ucuz Avrupa mallarıyla rekabet edemeyeceğinin ortaya çıkması çok sürmedi. Sanayileşme denemesi bir yüzyıllığına askıya alınmış oldu. Mısır’a, tek ticari ve ekonomik işlevi Avrupa sanayisi için hammadde tedarik etmek olan bir eyalet statüsü verildi. Mısır bir kez daha, bir devlet merkezi olmaktan, bir taşra eyaleti rütbesine indirilmiş oldu (Marsot 2010: 65).

Mehmet Ali, 1841 fermanından ölümüne kadar (20 Ağustos 1849) olan dönemde Osmanlı Devletiyle iyi ilişkiler kurdu. Bir aralık İstanbul’u da ziyaret ederek Padişah otoritesini ne denli kabul ettiğini ifade etmiş oldu. Sağlığı iyice bozulduğunda yerine oğlu İbrahim geçti ancak İbrahim babasından önce vefat etti.

Mısır Valiliğine atanan Abbas Paşa dedesi Mehmet Ali dönemindeki modernleşme çabalarını takip etmediği gibi, Osmanlı’nın direktifleriyle ordu ve donanmayı küçülttü. Avrupa reformlarına karşı tepki duyarak Mısır’da faaliyet gösteren birçok Avrupalı uzmanı sınır dışı etti. Ancak bu uygulamaları, sistematik bir projenin ürünü olmayıp tamamen simgeseldi. Geniş topraklardan hammadde satarak muazzam karlar elde ettiğinden sanayileşmeyi bir para israfı olarak görüyordu. Ancak İngilizlerin baskılarına dayanamayarak, Kahire-Süveyş demiryolunun yapımı konusunda imtiyazlar tanımak zorunda kaldı.  1854 yılında öldüğünde yerine geçen Said Paşa idarede değişiklik yapmakla kalmayıp Avrupalı emperyal güçlere kapılarını açmış, kısa sürede kendini Avrupa bankalarının elinde bulmuştu. Ancak Mısır’ın kalkınması yolunda adımlar atmakta da hevesliydi.

Fransız konsolosu Lesseps, Said Paşa’yı Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştirecek bir kanalın yapımı konusunda ikna etmekte pek zorlanmadı. Projenin gerçekleşmesi durumunda Mısır’ın ekonomik potansiyelinin çok iyi bir duruma geleceğinin farkında olan Said Paşa, Osmanlı Devleti’nin projeyi destekleyebileceğini düşünüyordu. Ancak İngilizlerin Ortadoğu çıkarlarına bir darbe vurabilecek proje beklenen desteği görmedi. Osmanlı-İngiliz muhalefetine rağmen Fransızlar kanal projesine başladılar. 60 bin Mısırlı 20 bin kişilik üç vardiya halinde işe başladılar. Binlerce işçi yeterli alet, edevat ve barınacak yer olmadan çok ağır koşullarda çalıştırılmaktaydı. Marsot’a göre bu projede 100.000 kişi hayatını kaybetmişti (Marsot 2010: 67).

 

          Mısır’da Hıdivlik Dönemi

İsmail Paşa, 18 Ocak 1863’te Mısır Valisi olduğunda dedesi Mehmet Ali Paşa gibi Mısır’ı müstakil hale getirmek, hiç olmazsa daha geniş muhtariyet haklarına sahip olmayı amaçlıyordu. Mısır’a tanınan imtiyaz fermanını genişletmek isteyen İsmail, padişah Abdülaziz’den 27 Mayıs 1866’da istediğini aldı. Kaleme alınan bir fermanla; Mısır Valiliği’nin boşalması halinde valiliğin, eski valinin büyük oğluna, oğulları yoksa büyük kardeşine, kardeşi de bulunmadığı takdirde en büyük yeğenine geçmesi ayrıcalığını İsmail Paşaya tanındı. Böylece Mehmet Ali paşa zamanında elde edilen Veraset Fermanı’nın sınırları genişletilmiş buna karşılık Mısır’ın her yıl vermekle yükümlü olduğu 80.000 kese vergi 150.000 keseye çıkarılmıştır. İsmail Paşa’nın çabaları sonunda Mısır’ın elde ettikleri bununla sınırlı değildi. Sudan Vilayeti de zımmen Mısır idaresini verilmişti.

İsmail, Osmanlı’ya hizmetleri karşılığında kendisine “Aziz-i Mısır” unvanını verilmesini talep ettiğinde, Osmanlı Devleti bu unvanı vermeyi kabul etmedi. Ancak İsmail Paşa’ya “Hıdiv” unvanı almasını önerdi. İsmail Paşa bu unvanı kabul ederek, 8 Haziran 1867 de yayınlanan bir ferman ile iç idarede düzenlemeler yapma hakkını kazandı. Fermanın ilan edilmesinden itibaren “hıdiv” kelimesi Arapçaya geçmiş ve Mısır Valileri’ne “Hıdiv”, Mısır’a da “Hıdiviyet-i Mısryye” denilmeye başlandı.

İktisadi ve Askeri düzenlemeleri süratle gerçekleştiren İsmail, sene de bir defa toplanan millet meclisi de kurmuştur. Meclis idare tarzı açısından Avrupa ülkelerinin deneyimlerinden örnek alınmıştı. Ancak burada ilginç olan husus, Osmanlı Devletinin Tanzimat fermanıyla başlattığı düzenlemelerin Mısır’da neredeyse bitmiş olmasıydı. Mısır’daki gelişmeler Osmanlı yönetimi açısından olumsuzdu. Ancak Mısır için kısa vadede başarılı olduysa da, müstakil hale gelmek için yapılan çalışmalar, Avrupalı devletler tarafından bir müdahale bahanesi yapılacak, gerek yönetimde gerek nüfus bakımından artan Avrupalı sayısı ve etkinliği, Mısır’ı İngiltere’nin işgaline kadar götürecek olayların zeminini hazırlayacaktı (Özer 2007: 72-73).

Mısır, fiilen İmparatorluktan bağımsız bir hale geldi. Eğitim yaygınlaştı, bazı fabrikalar açıldı ve en önemlisi ülkenin İngiliz pazarı için pamuk üreten bir plantasyon haline gelmesi süreci daha da ilerledi. Pamuk arzının bir süre kesilmesine yol açan Amerikan iç savaşı üretim artışını teşvik etti. Bu durum savaştan sonra da devam etti ve sulama ile ulaşım alanlarında yatırımları gerektirdi. Mısır, demir yolu çağına tam da bu dönemde girdi, esas olarak Fransız ve Mısır sermayesi ve Mısır işgücüyle inşa edilen Süveyş Kanalı 1869’da açıldı. Hıdiv İsmail, Mısır’ın artık Afrika’nın bir parçası olmadığını, uygar Avrupa dünyasına mensup olduğunu göstermek için bu fırsattan yararlandı. Kanalın açılışına Avrupa ülkelerinin bütün temsilcilerini, Hıristiyan ve Müslüman din adamlarını davet ederek, nasıl bir açılış gerçekleştirdiklerine şahit olmalarını istedi (Hourani 1997: 334).

Mısır’ı İmparatorluktan ayrı bir varlık durumuna getirmek isteyen İsmail, İstanbul’la ilişkilerin gerilmemesine de dikkat etmiştir. İmparatorluğa sadakatini de göstermek için; 1864’te Hicaz’da meydana gelen bir isyanı bastırmak için ve 1866’da Romanya Prensliklerindeki meseleleri halletmek için asker Osmanlı’nın emrine asker göndermiştir. Onun bu yardımlarının arkasında yatan, Mısır’ın asker sayısının artırılmasına izin verilmesini sağlamak ve Süveyş Kanalı için gerekli onayı almaktı.

Osmanlı Devleti İsmail’in yetkilerini artırmak istemesindeki amacın ne olduğunun farkındaydı. Mehmet Ali’nin isyanından dersler çıkaran İmparatorluk, Mısır’la ipleri tümden koparmayı da göze alamıyordu ama bazen de Hıdiv’i uyarmaktan geri durmuyordu. Sultan, Süveyş Kanalının açılmasından sonra Mısır Hıdiv’ine yetkilerini belirten bir ültimatom gönderildi. Yazılan fermanda dış ilişkilerde İstanbul’un onayı olmadan hiçbir anlaşma yapmaması gerektiği, vergilerin arttırılması konusunda da yetkinin Padişahta olduğu belirtiliyordu. İsmail başta fermanı almak istememiş, ancak Fransa ve İngiltere’nin Akdeniz’de istikrar politikası baskın çıkınca fermanı almak zorunda kalmıştır.

Hıdiv İsmail Paşa, Yemen, Suriye ve Irak’ı da içine alan Arap İmparatorluğu kurma hayalinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Avrupa ülkeleriyle yaptığı ekonomik anlaşmaların Mısır’ın lehine olacağını düşündü. Bu yüzden de Mısır borç batağına saplandı. Ancak Avrupa sermayesine borçlanma bir anda gerçekleşmedi. Borçlanma için Osmanlı Devleti ikna edilmeliydi. İkna çabaları 1873 yılında nihayet buldu. 1873 öncesinde İsmail İngiltere ve Fransa’yla bir dizi anlaşma yapmasının dışında, Osmanlı’nın en büyük rakibi Rusya’yla da gizli anlaşmalar yürüttü. Rusya’nın İstanbul sefiri İgnatief’le yapılan anlaşmaya göre; Rusların yardımı sonucu İsmail Paşa Yemen’i ele geçirirse Ruslar Hint okyanusuna inebilecekti.

İsmail Paşa, Avrupa devletleriyle dilediği gibi anlaşmalar yapabilmek için, 1871 ve 1872 yılları buyunca İstanbul’u ikna etmeğe çalıştı. Amacı, 1869 fermanının ilga ettirerek, Mısır’ın 1867 yılında belirlenen statüsüne dönmesiydi. Böylece Mısır İstanbul’dan daha da bağımsız olacak ve dış politika konusunda serbest kalabilecekti.

1873’te İstanbul’a gelen Hıdiv İsmail, Hükümet üyeleriyle uzun görüşmeler yürüttü. Padişahla da bizzat görüşerek istediği fermanı aldı. 1873 fermanı Mısır’a; mülki ve mali yönden serbestlik tanırken, Mısır istediği devletle gümrük ve ticari mukavele yapabilecek ve borçlanabilecekti.

Anlaşma karşılığında Hıdiv; sadrazama 25.000, seraskere 15.000 lira “hediye” vermiş ayrıca Padişaha bir milyon lira ödemiştir. Ödeme, dönemin tarihçileri tarafından Mısır’ın parayla muhtariyet kazanması olarak yorumlanmıştır (İrtem, 1999, 45).

Ferman, Mısır’ın sonunu hazırlar nitelikteydi. Dış yardımlarla Mısır’ı kalkındırma düşüncesinde olan İsmail, 1873 yılı sonunda Avrupalı bankerlere 68 milyon sterlin borçlandı ancak bunun sadece üçte ikisin aldı, geri kalanını kırdırdı. Süveyş Kanalı hisselerinin Britanya hükümetine satışı da dâhil olmak üzere, kaynaklarını arttırma çabalarına rağmen, Mısır yükümlülüklerini yerine getiremedi ve birkaç yıl sonra Anglo-Fransız mali denetimi dayatıldı (Hourani 1997: 335).

Borçlanma ve arazilere el koyma hayatın her alanında hissedilir oldu. 1876 yılından itibaren Mısır’da uygulanmaya başlanan Karma Mahkemeler, Mısırlılar ile Avrupalılar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için kullanılmaya başlandı. Mahkemeler, çiftçilerin pek de lehine olmadı. Yargılamalar Avrupalı hâkimler tarafından, Avrupa hukuk anlayışına göre yapılıyordu. Köylüler kendi topraklarında yabancı konumuna düştüler. Avrupalı tefeciler, çiftçiler borçlarını zamanında ödemedikleri takdirde topraklarına el koyma hakkına sahip oldular. Yeni ekonomik ilişkiler, Mısır ekonomisinin temeli olan loncaları yok ettiği gibi, çoğu zanaatın ortadan kalkmasına neden oldu (Bilgen 2010: 15-16).

Mısır ekonomisinde yaşanan buhran 1878’e gelindiğine daha da büyüdü.  Mısır’ın Avrupalı Devletlere toplam borcu 126.354.360 sterlini buldu. Hıdiv elindeki son 176.602 Süveyş Kanal senedini de sattığında, Kanal tümüyle Avrupalı şirketlerin eline geçti (Özer 2007: 205).

Mısır tam manasıyla mali iflasın eşiğine geldi. 15 Ekim 1874’te Osmanlı Devleti mali iflasını açıklayınca, Avrupalı Devletler Mısır’ın ekonomisi üzerinde söz sahibi olma konusunda cesaretlendiler. Fransa ve İngiltere’nin isteği üzerine 25 Ocak 1878’de Hıdiv, müfettişler ve Duyun-u Umumiye komiserleri de dâhil olmak üzere bir Tahkikat Komisyonu kurulmasını kabul etti. Böylece Mısır maliyesi Avrupa sermayesinin sürekli denetimi altına girdi.

Çeşitli çevreler Mısır’ın iç işlerine yapılan yabancı müdahalesine karşı tavır almaya başladı. Şubat 1879’da askerler tarafından Kahire’de büyük çapta gösterilerin düzenlenmesi üzerine Hıdiv İsmail, hükümeti görevden alarak sadece Mısırlılardan oluşan      yeni bir hükümet kurdu. Ancak İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla II. Abdülhamit Haziran 1879’da İsmail Paşa’yı azledip yerine oğlu Tevfik Paşayı tayin etti.

 

          Mısır’da İngiliz-Osmanlı Hâkimiyet Mücadelesi ve Mısır Milliyetçiliğinin Doğuşu   

Siyasî anlamda milliyetçilik fikri, Müslümanlar arasında, hiç şüphesiz, Batı dünyası ile yoğun temasa geçilmesi sonrasında yayılmaya başladı. XIX. yüzyılın başlarında Avrupa’da bulunan bazı Türkler ve Mısırlı Araplar, Fransız İhtilâli ile birlikte Avrupa’da yayılmış olan ‘anavatan’ ve ‘millet’ gibi fikirleri öğrenmişlerdi. Bu anlamda Araplar arasında milliyetçilik fikirlerinin yayılmasındaki önemli isimlerden biri Mısırlı Rifa‘ah Rafi el-Tahtavi’dir (1801-1873). Tahtavi, 1826-1831 yılları arasında Fransa’da bulunmuş ve 1834 yılında Arapça olarak yayımladığı kitabında orada edindiği tecrübelerini aktarmıştır. O yıllarda bu kitap, Türkler ve Araplar arasında çok popüler olmuş ve 1840’da Türkçeye tercüme edilmişti. Arapça nüshası 1848’de tekrar yayınlandığında, Tahtavi bütün Arap ülkelerinde tanındı. Tahtavi’nin getirdiği en önemli fikrî yenilik, Mısır vatanperverliği düşüncesi oldu. Tahtavi bu düşüncesini İslâmî bir temele dayandırmaya çalıştı (Soy 2004: 176-177).

Tahtavi, yazdığı eserlerde sürekli vatan kavramına vurgu yapmış, bahsettiği vatanda yaşayan cemiyeti de Arap değil Mısırlı olarak vasıflandırmıştır. Ayrıca, Arapların İslam tarihinde oynadıkları role methiyeler düzmüş, fakat yine vatanseverlikten bahsederken, Arapça konuşanları değil, Mısır’da yaşayanları kastetmiştir. Mısır’ı ve tarihini zihninde bir süreç olarak canlandırdığından, ona göre Modern Mısır, Antik Mısır’ın meşru varisiydi. Tahtavi’ye göre Mısır’ın fazilet ve zenginliklerini kaybetmesinin sebebi ise tamamen yabancı idarelerdi.

Tahtavi “ulus” ve “vatan” kavramlarını Arap dünyasına taşıyan kişi olması itibariyle, ileriki yılarda Mısır Milliyetçiliği olarak ortaya çıkacak fikrin düşünsel temellerini atmıştır. Ancak Tahtavi’nin inandığı vatanseverlik, Osmanlı’dan ayrılma fikirini içermiyordu. Bunun aksine Osmanlı’nın İslam birliği yolunda önemli bir işleve sahip olduğuna inanmaktaydı.

Suriye ve Mısır’da Milliyetçilik aynı zaman diliminde gelişme göstermiş ancak birbirlerinden farklı tarzlarda vücut bulmuşlardır. Suriye’de “Arap Rönesansı” olarak adlandırılabilecek milliyetçilik, Mısır’da büyük ölçüde Avrupa’nın Müslümanlar aleyhine ilerleyişine bir tepki ve İngilizlerin Mısır’daki uygulamalarına reaksiyon şeklinde gelişerek, İslâm modernizmi ve Mısır milliyetçiliği olarak kendisini belli etmiştir. Ayrıca Hıristiyan entelektüellerin etkisiyle Suriye de gelişen milliyetçilik Araplık ortak paydasını öne çıkarırken, Mısır’da Milliyetçiler İslâm’a daha çok atıfta bulunmaktaydı.

Mısır’da milliyetçi söylemler, iktidar erki arasında, İbrahim Paşa zamanında başlamış ancak onun hâkimiyeti kısa sürdüğünden bu konuda ilk hareketler Sait Paşa döneminde yaşanmıştır. Zira Sait Paşa, Avrupa etkisine karşı idi ve birçok Avrupalı taciri sınır dışı etmişti.  Ancak İsmail’in iktidarı döneminde Mısır’ın kalkınması batı modernleşmesi üzerine kurgulanmıştı. İsmail, yabancı memurlara görevler verdiği gibi Türk ve Çerkesleri de orduda yüksek mevkilere getirmişti. Orduda ve halkta hoşnutsuzluğa neden olan düzenlemelerin artması, tepkileri beraberinde getirdi. 1871 yılında Mısır’a gelen Cemaleddin Efgani, özgürlük fikirleriyle Mısırlıların harekete geçmesinde etkili olmaya başlayarak devrimci bir zümrenin oluşmasına önayak oldu.

Efgani etrafında toplanan zümreler vasıtasıyla, halk arasında yeni fikirlerini yaymaya başladı. Efgani’nin yarattığı etkiyle beraber, “Mısır Mısırlılarındır” sloganı etrafında toplanan zümreler, 1879’da Vatan Partisi kurdu. Partinin kurulmasının hemen ardından Efgani İngilizlerin baskısıyla Mısır’dan çıkarıldı. İngilizlere karşı mücadelesini Fransa’da çıkardığı El-uruvet ül-vüska gazetesi aracılığıyla sürdürdü. Ayrıca Vatan Partisi’yle bağlantılı olmayan Mısrü’l Feth (Genç Mısır) adında bir cemiyet 1879’da İskenderiye’de kuruldu. Cemiyet, milliyetçi fikirlerini yaymak için bir gazete de neşretmeye başlamıştı.

İngilizlere karşı ilk silahlı eylemler ise Şeyh (Subay) Ahmet Arabî liderliğinde gerçekleşti. Arabî, kısa sürede milliyetçi zümreleri toparladı ve Mısır Milliyetçiliğinin sözcüsü durumuna geldi. Arabî hareketinin çalışmaları sonucu, 1881’de Temsilciler Meclisi’nin kurulması için yasa çıkarıldığında, yeni Meclis eylem bağımsızlığına sahip olduğunu göstermeye çalıştı. Yeni meclis aynı zamanda Hıdiv’in yetkilerini de sınırlamayı amaçlıyordu. Yabancı çıkarlar konusunda fazla esnek olmayan bir hükümet ihtimali, önce Britanya sonra Fransa’nın diplomatik müdahalesine, daha sonra tek başına Britanya’nın işgaline yol açtı (Hourani 1997: 335).

İngiltere, İskenderiye’de Avrupalılara karşı yapılan silahlı saldırıları bahane ederek Arabî’nin görevine son verilmesini istedi. Arabî Paşa bu sırada savaş bakanıydı. Gerçekten de İskenderiye’de sokaklarda Mısırlı fellahlarla, Avrupa kökenli Hıristiyanlar arasında küçük çaplı olaylar yaşanmıştı. İskenderiye’de bir otorite boşluğu da söz konusuydu. İngiltere donanması burayı topa tuttuğunda Hıdiv Arabî Paşayı görevden aldı. Ancak halk Arabî Paşa liderliğinde İngilizlere karşı savaşabileceklerini düşünüyorlardı.

12 Temmuz 1882’de İskenderiye’ye İngiliz birlikleri çıkarma yaptıktan kısa bir süre sonra, Arabî Paşa’ya İngilizlere karşı mukavemet etme emri veren Hıdiv sarayına beyaz bayrak çekerek teslim olduğunu açıkladı. Arabî Paşa da görevinden azledildi. Arabî Paşa İskenderiye’yi boşaltarak asker toplamaya başladı. Bu sırada İngiltere, bunun bir işgal değil, asayişi sağlama girişimi olduğunu anlatan bir beyanname kaleme aldı.

İstanbul’la yapılan görüşmelerde, Mısır’a asayişi sağlamak üzere Osmanlı askeri gönderilmesini isteyen İngiltere’nin amacı, Mısır’daki askeri varlığını teyit ettirmekti. Abdülhamit bu teklifi başta reddetti. Arabî Paşa padişaha gönderdiği telgrafta; bütün halkın yanında olduğunu ve İngilizlerle işbirliği yapan Hıdiv Tevfik Paşa’nın görevinden alınması gerektiği yazıyordu. Abdülhamit, Arabî Paşa’nın Osmanlı çıkarlarını korumak için savaştığını düşünmüyordu.  Mısır’da kendi otoritesini dayatacağını düşünen Padişah, İngiltere’nin teklifini düşünmeye başladı. Mısır’da Osmanlı askerinin varlığı İngiliz işgalini önleyebilirdi. 6 Eylül 1882’de imzalanan anlaşmaya göre; Mısır’da asayişi kurmak için iki devlet buraya asker gönderecek, asayiş tesis edildiğinde birlikler çekilecekti (Özer 2007: 203-208. İrtem 1999: 79-83).

Abdülhamit İngilizlerin Süveyş ve İsmailiye’yi işgal etmeleri üzerine bu fikrinden vazgeçti. Askeri hazırlıklarını sürdüren Arabî Paşa’yı da görevinden aldı. Buna rağmen Arabî Paşa İngiliz işgaline karşı savaşmayı sürdürdü. 13 Eylül 1882’de Tellü’l-Kebir’de Arabî Paşa birlikleri İngilizlere yenilince, Mısır’ın tek hâkimi İngiltere oldu.

İngiltere, Mısır’ın gerek yöneticileri gerek halkı ve gerekse Osmanlı Devleti’ne karşı doğru zamanlarda gereken hamleleri yaparak doğunun zenginliklerine açılan kapısına sahip oldu. İşgalden 2 yıl sonra İngiltere, Mısır’ın kaderini belirlemek için Londra’da uluslar arası bir konferans topladı ancak konferans uzlaşı sağlayamadan dağıldı. İstikrarsızlık İngiltere’nin Mısır üzerinde tasarruf hakkını getirdi. Osmanlı Devleti ise Sureye ve Hicaz’ın elden çıkma ihtimaline karşı işgale sessiz kalmayı tercih etti. Osmanlıya göre; Mısır’da oyalanan İngiltere Sina’nın doğusuna geçemeyecekti.

8 Haziran 1885 te İngiltere’de hükümet değişikliği yaşandı. Başbakan, Lord Salisbury, Fransa’nın Mısır üzerindeki planlarını bildiğinden, Osmanlı Devletiyle bir anlaşmaya varılmasının doğru olacağını düşündü. 24 Ekim 1885’te iki devlet arasında varılan anlaşmaya göre; her iki devlet Mısır’a birer yüksek komiser atayacak, asayiş sağlanır ve komiserler olumlu raporlar verirlerse İngiliz ordusu Mısır’dan çekilecekti (Özer 2007: 241). Ancak İngiliz komiserinin uzlaşmaz tavırları dolayısıyla işler planlandığı gibi gitmedi. Osmanlı komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Bu andan itibaren Mısır’daki İngiliz Askeri sayısı sürekli arttı.

İngilizler, yıllar önce Bonapart’ın yaptığı gibi, Mısır’da işgalci değil kurtarıcı olduklarının propagandasını yapacak birçok gazete çıkarttılar. Arapça yayınlanan İngiliz güdümle gazeteler İslam’a atıfta bulunuyor ve Osmanlı’nın artık İslâm âlemine bir çare olamayacağı belirtiliyordu. Mısır milliyetçiliği ve İngiliz yanlılarının birleştiği tek nokta ise Osmanlı’nın Ortadoğu’da gücünün bittiğiydi.

          Mısır’da İngiliz Hâkimiyeti ve İhtilâller Silsilesi

İngiltere, Mısır’da varlığını nasıl kalıcılaştırabileceğini araştırmak üzere bölgeye Lord Dufferin’i gönderdi. Dufferin, hiçbir gücü olmayan bir parlamento ve tahvil sahiplerinin paralarının ödenmesini sürdürmek için hazırlanacak reformlara nezaret edecek bir İngiliz varlığını talep eden bir rapor hazırladı. Mısırdaki İngiliz çıkarı, tahvil sahiplerinin çıkarları anlamına gelmekteydi. Ayrıca Hindistan’daki hâkimiyet alanlarına giden, cankurtaran halatı konumundaki Süveyş Kanalı’nın işgali, İngiltere’nin en güncel konusuydu. Mısırlıların İngiliz çıkarlarını koruyacak durumda olmadıklarını düşünen İngiliz yönetimi, işgalin uzun yıllar devam etmesi gerektiğini de düşünüyordu.

Hindistan’da İngiliz sömürge yönetimini çok iyi bilen Biring, Mısır’a valinin yardımcısı olarak atandı. İlk işi Granville Doktrini olarak bilinen ilkeyi yürürlüğe koymak oldu. Bu ilke; Baring’in veya herhangi bir İngiliz personelin yönergelerine uymayı reddeden tüm Mısırlı nazırların istifa etmesini öngörüyordu. İngiliz danışmanlar kilit bakanlıklara atanarak Örtülü Himaye olarak bilinen bir sistem kuruldu. Örtülü Himaye, Mısır meclisinin gerçek egemen olmasıyla beraber, buradaki İngiliz personelin İngiliz Hükümeti dışında hiç kimseye karşı sorumlu olmaması anlamına geliyordu. İngiliz manipülatörleri için mühür basan, çok sınırlı yetkilere sahip Mısırlı bakanların varlığına karşın, perde arkasında yönetimde söz sahibi olanlar İngilizlerdi.

1892’de Hıdiv Tevfik’in ölümüyle yerine oğlu Abbas Hilmi geçti. Abbas Hilmi her an görevinden azledilme korkusuyla Mısır’da İngiliz varlığına karşı tavır almaktan çekindi. Ancak İngiliz varlığına karşı bir muhalefet hareketini de gizliden finanse etti. Mustafa Kamil’in önderliğindeki Mısır Milliyetçileri İngiltere’nin Mısır’ı boşaltma vaatlerinin tamamen oyalama taktiği olduğunun farkındaydılar.

Mustafa Kamil, İngilizlere karşı sesini daha da yükseltmeye başladığında grevler ve kitlesel gösteriler Mısır sosyal hayatının bir parçası oldu. Cromer unvanıyla taltif edilen Biring dünyaya bir Mısır ulusu olmadığını kanıtlamaya çalışırken, Kamil ve yandaşları kitlesel gösterilerle dünya kamuoyunu dikkatlerini Mısır ulusuna çekmeyi çalıştılar (Marsot 2010: 78). Mustafa Kamil’in önderliğinde kurulan el-Harekatü’l Vataniyye Abbas’ın desteğini yitirince kitlesel gösteriler durma noktasına geldi.

Milliyetçileri bir tehlike olarak görmeyen İngiltere, Mısır’da işgali tamamladığını düşünerek Sudan’ı işgal planını devreye soktu.  Lord Kitchenner kumandasındaki küçük bir birlik Sudan’ı ele geçirdiğinde, burada İngiliz varlığını karşı çıkacak güçlü bir Mısır yönetimi yoktu. Mısır ve İngiltere Sudan’da iki ülke bayrağının dalgalanması karşılığında anlaşmaya vardıklarında Osmanlı Devleti buna çok sert tepki gösterdi ancak Sudan Mısır’dan koparıldığı gibi, işgal 1956’ya kadar sürdü.

1907’de İngiltere’de Liberal Meclisin kurulmasıyla Cromer, İngiltere’nin “yumuşak Mısır politikaları”nı eleştirerek istifa etti. Aynı yıl yönetsel açıdan daha büyük yetkilere sahip milli meclis oluşturulduğunda, işgale karşı Mısır muhalefeti, görüşlerini daha açık ve örgütlü ifade edebiliyordu. 1914 yılına kadar Mısır Meclisi, İngiltere’den daha fazla özerklik taleplerini sürdürdü. Ancak taraflar arasında olası bir gerginliği genel savaş koşulları engelledi.

1. Dünya savaşı Mısır işgalini daha da acımasız bir hal almasına sebep oldu. Kasım 1914’te Osmanlı Devleti Almanya’nın müttefiki olarak savaşa girdiği zaman Mısır, İngiltere’nin Ortadoğu’daki askeri harekât merkezi oldu. Mısır’ın İstanbul’la bağlarını tamamen koparmanın yollarını arayan İngiltere, Hıdiv Abbas’ı “düşmanla işbirliği” yaptığı gerekçesiyle görevden aldı ve amcası Hüseyin Kamil’i iktidara getirdi. Osmanlı Devleti’nden kopuşun altını çizmek için de, Hüseyin Kamil’e “Sultan” unvanı verildi. (Goldschmidt ve Davidson 2008: 332).

Mısır Milliyetçi hareketi, Arap Milliyetçiliğinin oluşum sürecinde olduğu gibi, I. Dünya savaşı arifesinde de Suriye Arap milliyetçiliğinden farklı bir hat üzerende yürüyordu. İngiliz İşgalinin yarattığı koşullar, Mısır milliyetçilerinin İstanbul’dan medet ummasına sebep olmaktaydı. Suriye Arap milliyetçi hareketleri ise, Osmanlı Devletini işgalci olarak görmekteydi ve faaliyetlerinde Kahire’yi örgütlenmenin kumanda merkezi olarak seçmişlerdi. Temmuz 1908 devrimi kutlamaları sırasında Mısır’lı milliyetçilerin dile getirdikleri İngiliz karşıtlığı, İngilizlerin bazı Suriyeli Milliyetçi gruplara destek vermesine neden oldu (Kayalı 1998: 138-139). Mısır Arap Milliyetçiliğinin “Arap-İslam Birliği” vurgusuyla Suriye Arap Milliyetçiliği’nin (Hıristiyan Arap milliyetçilerinin de etkisiyle) “Arap Birliği” vurgusu ayrışmaları da beraberinde getiriyordu. Bu ayrışma Mısır Milliyetçi hareketlerine de sirayet etmeye başlamıştı.

Osmanlı Ordusu savaş yıllarında Mısır’a asker çıkaramadı ancak Süveyş kanalına iki harekât düzenlemekle yetindi. Cemal Paşa komutasındaki ordu başarısız olmakla kalmadı, İngiliz orduları ve müttefik Arap birlikleri Filistin’e kadar ilerlediler. Askeri açıdan Mısır, Osmanlı Devleti’nin gündeminden tamamen çıktı.

“İngiltere’nin Ortadoğu Momenti” olarak adlandırılan 1914-1956 dönemi, bölge İngiliz işgali altında kaldığı sürece, esas oyun İngiltere ile Mısır arasında oynanıyordu. Savaş yıllarında Mısır’lı Milliyetçiler, savaş sonrası Mısır’ın geleceği ile ilgili fikirlerini ortaya koymaya başladılar. Wilson’ın On Dört İlkesi tüm dünya’da olduğu gibi Mısır’da da heyecan uyandırmış, bağımsız Mısır’ın kurulabileceğine dair inanç artmıştı.

Hüseyin Kamil’in ölümüyle 1917’de yerine geçen Ahmed Fuat, bağımsızlık yönünde adımlar attı. Bir grup Mısır’lı siyasetçiyi, kasım 1918’de yapılacak olan Paris Konferansına katılmak üzere harekete geçirdi. Toprak sahibi ılımlılardan oluşan bu grup Vefd Partisi adıyla konferansa katıldı. Vefd heyeti, açık bir dille Mısır’ın tam bağımsızlığını ve İngiltere’nin Sudan’dan çekilmesini istediklerini bildirdiklerinde, Londra Hükümeti bu talebi sert bir şekilde reddetti. Vefd Partisi’nin başına geçen Saad Zağlul, Bütün ülkede bir imza kampanyası başlattı. İmzalar, Vefd partisine tam bağımsızlık isteklerini temsil etmesi için yetki veriyordu (Goldschmidt ve Davidson 2008: 337).

İngiltere, Vefd partisine karşı tutumunu sertleştirerek Saad ve arkadaşlarını Malta’ya sürgüne gönderdi. Olayın akabinde Mısır, tarihinin gördüğü en büyük kitlesel gösterileri yaşadı. Öğretmenler, yargıçlar, nakliye işçileri, kadınlar sokaklara dökülerek “Mısır Mısırlılarındır” sloganlarıyla İngiliz Hükümetine geri adım attırdılar. Malta sürgünleri Mısır’a dönemedi ancak Paris’e gitmelerine izin verildi. Saad Partisini grevleri ve suikastları artıkça İngiliz Hükümeti köşeye sıkıştı.

28 Şubat 1922’de İngiltere tek taraflı olarak Mısır’ın bağımsızlığını ilan etti ancak gelecekteki pazarlıklar için dört çekince koydu; Mısır’ın olası yabancı tecavüzüne karşı savunulması,  İngiliz imparatorluğunun iletişiminin güvenliği (Süveyş Kanalı), yabancı çıkarları ve azınlıkların himayesi, Sudan ve statüsü. Ayrıca Mısır’da yeni krallık kurulması da kararlaştırıldı. Mısır’a kral olarak Ahmed Fuat atandı. Krala, başkanı tayin ve azletme, meclisi dağıtma ve oturumları erteleme, bütün kanunları veto etme hakkı gibi geniş yetkiler tanındı.

Kurucu meclis seçimleri örgütlemeye başladığında Saad ülkeye geri dönerek seçim kampanyasına başladı. Bu esnada, kendilerini Liberal Anayasacılar (el-Ahrâr el-Düstûriyyûn) olarak adlandıran bir grup Saad’ın otoritesine karşı çıkarak Partiden ayrılarak seçimlere girdiler. Toprak sahiplerinin partisi olan Vefd, Saad’ın popüler karizmasıyla halkı örgütlemeyi başarıyordu. Yeni kurulan Liberal Anayasacılar Partisi ise halka hitap edemediği gibi popüler bir lidere de sahip değillerdi. Ocak 1924 seçiminin sonucunda Vefd 151, Liberaller 7 sandalyeyle temsil hakkı kazandılar (Marsot 2010: 84).

Saad, kralın yetkilerini sınırlamayı ve İngiltere’nin Mısır’daki varlığını sona erdirmek istiyordu. Ancak İngiltere, Mısır ordusunun başkumandanı Sir Lee Stack’ın öldürülmesini fırsat bilerek, Saad’a bir ültimatom verdi. İngiltere, Mısır Hükümetinden, Sudan’daki bütün Mısır birliklerinin çekilmesini ve suikasttan ötürü yarım milyon sterlin tazminat ödemesini istedi. İstekleri yerine getiremeyeceğini bildiren Saad istifa ettiğinde, Hükümet 10 ayını doldurmamıştı. Mısır’ı otokratik bir yönetimle yönetmek isteyen Kral Fuad aradığı fırsatı bulunca, parlamentoyu feshetti ve Anayasayı askıya aldı.

1924’ten 1930 a kadar Mısır, Kral, Vefd ve İngiliz çekişmelerine sahne oldu. 1926’da Saad Liberallerle görüşmeler yürüterek Vefd-Liberal ittifakını kurmak, İngiltere ve Krala karşı daha güçlü bir muhalefet oluşturmak istiyordu. 1927’de öldüğünde yerine geçen Mustafa el-Nahhas birleşmeyi gerçekleştiremedi.

Nahhas, Vefd Partisinin başına geçtiğinde hiç kimse 1952’ye kadar Partinin lideri olacağını düşünmemişti. Tam bağımsızlık talebini sürdüren yeni başkan, Liberallerle ittifak gerçekleştiremedi ancak daha başarılı bir birleşmeye imza attı. Kıpti ve Müslümanları aynı amaç uğruna birleştirmeyi başardığında Kral Fuat’a karşı söylemlerini sertleştirdi.

Nahhas, sert tutumunu İngiliz yönetimine karşı gösterdiğinde, Kral Fuat olağanüstü hal ilan edebilecek ortamı yakaladı.  1930’da, 1923 Anayasası yerine daha otoriter bir Anayasa kabul edildi ve Mısır yönetimi, beş yıllığına bir kraliyet diktatörlüğüne dönüştü.

1935-1936 yıllarında Libya’yı elinde tutan Mussolini İtalya’sı, Etopya’yı (Habeşistan)  istila ederek hem İngiliz hem de Mısır çıkarlarını tehdit ettiğinde, iki taraf bir araya gelmek zorunda kaldı (Goldschmidt ve Davidson 2008: 343). 26 Ağustos 1936’da taraflar arasında bir ittifak antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre; savaş zamanlarında iki taraf işbirliği yapacak, Mısır savunma kuvvetleri güçlendirilecek, İngiliz ordusu nihai olarak Süveyş Kanal bölgesiyle sınırlandırılacak, İngiliz işgali tedricen kaldırılacak ve antlaşma 20 yıl süreyle yürürlükte kalacaktı. Antlaşmanın maddeleri arasında iki devlet arasında sürekli problem olan Sudan’a herhangi bir atıfta bulunulmadı.

Kısa süre sonra kapitülasyonlar kaldırıldı ve Mısır Milletler Cemiyetine kabul edildi. 1936 da yenilenen seçimleri tekrar Vefd partisi kazandı. İngiltere böylece Mısır’daki varlığını 20 yıl garantilemiş oldu.

Vefd partisi her ne kadar Mısırlıların sözcüsü durumunda olsa da, sürekli parlamento değişikliğine gidilerek iktidarını yenilemesi ancak halkın bağımsızlık ideallerini karşılayamaması bir başka hizbin güçlenmesine neden oldu. 1928’de Hasan el-Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler Cemiyeti (İhvan-ı Müslimin) 1930 yılının başlarında, Mısır’da güçlenmeye başladı. Müslüman toplumlardaki hataların tahlilini temel alan ve kısmen Selefiye’nin görüşlerini andıran toplumsal bir ahlak reformu hareketi olan Müslüman Kardeşler, Mısır Milliyetçiliğinin İslâmi yanıyla çakışıyordu.

Ortalama bir Mısırlıya çok az yarar sağlayan ve çok zarar veren batılılaşma reformlarının damga vurduğu bir yüzyıllık geçmişe tepki gösteren Müslüman Kardeşlerin, “Anayasamız Kur’an’dır” sloganı, Mısır halkı için, Vefd ve diğer partilerin öne sürdüğü bağımsızlık ve demokrasi taleplerinden daha anlamlı geliyordu (Goldschmidt-Davidson 2008: 346).

1936’da her ne kadar yeni hükümet işbaşı yaptıysa da, siyasal ve toplumsal kargaşa devam etti. Vefd Partisi, Liberaller ve Müslüman Kardeşler dışında irili ufaklı birçok oluşum kendini göstermeye başladı. Bu hareketlerden en önemlisi, Mussolini’nin hareketini taklit eden Mısır el-Fettat (Genç Mısır) hareketiydi. Genç Mısırlılar, işçileri örgütlemede az da olsa başarıya ulaştılar. Vefd Partisinin baskısına karşın örgütlenmesini sürdüren Genç Mısırlılar hiçbir zaman halk arasında taban bulamadılar (Marsot 2010: 91).

Nisan 1938’de Kral Fuat öldüğünde yerine geçen oğlu Faruk, saray ile Vefd arasındaki çatışmanın devamından yana oldu. Faruk, Vefd Partisini zayıflatmak konusunda başarılı da oldu. Vefd’in ileri gelenlerinden bazıları, Partinin Saad Zağlul’un ideallerinden uzaklaştığını söyleyerek Saadçı partiyi kurduklarında Kral arka planda Saadçıları destekledi. Ancak Vefd’in ülkedeki gücünü bildiği için kendine yeni bir ittifak buldu. El-Ezher’deki din adamlarına yaklaşan Kral, el-Ezheri Vefd’e karşı dengeleyici bir unsur olarak kullandı.

İkinci dünya savaşı başladığında, Mısır Alman istilasıyla karşı karşıya kaldı. Libya’yı işgal eden Alman birlikleri, Mısır’ın Batı çölüne girdiklerinde, Kral İngiliz-Mısır antlaşmasının hükümlerine karşı geldi. Olası bir Alman işgaline karşı saf değiştirebileceğini düşüne İngilizler, sarayı tanklarla kuşattı ve Kral Faruk’a bir ültimatom verdi; Kral, ya İngiliz-Mısır antlaşmasını destekleyecek bir Vefd hükümetini atamalı, ya da iktidardan çekilmeliydi. Böylece Vefd Partisinin ve Mısır Bağımsızlık mücadelesinin lideri konumundaki Mustafa el-Nahhas, İngiliz süngülerinin ucunda iktidara geldi (Goldschmidt ve Davidson 2008: 347).

Vefd’in İngiliz desteğiyle iktidara geldiğini düşünenler, Vefd’in artık milliyetçi bir parti olmadığını ileri sürmeye başladılar. Nahhas’ın akıl hocalığını yapan Ubeyd bile dostuyla yollarını ayırdığında Vefd Partisine karşı hoşnutsuzluk arttı. Milliyetçilikle İslâmi söylemleri bir arda kullanmayı başaran Müslüman Kardeşler, 1940’a gelindiğinde üye sayısı (Mısır’da ve dışında) 500.000 i aşıyordu. Mısır halkı, Filistin’de İsrail’e karşı savaş veren Müslüman Kardeşleri destekliyor, ancak Kardeşler parlamentoda temsil edilmiyordu.

Kahire başta olmak üzere, eğlence merkezlerinin savaş ekonomisine bağlı olarak mantar gibi türemesi, caddelerde eğlence arayışıyla dolaşan bu kadar çok üniformalı askerin görüntüsü,  geleneksel ve dindar Mısır halkının tepkisini çekmeye başladığında, Müslüman Kardeşler eğlence merkezlerine karşı bir dizi eylem gerçekleştirdi. Kardeşler, İslâm ahlak ve ilkelerinin İngiliz varlığıyla çiğnendiğini gösterir eylemler yaptıkça, Vefd Partisi güç kaybediyor bu güç kaybı da Kardeşlerden önce Kral’ın işine yarıyordu.

1942’yılı ve sonrasında Kral, Vefd ve Müslüman kardeşler bütün enerjilerini Filistin sorunu ve Arapları birleştirecek projelere harcamaya başladılar. Arap dünyasındaki gelişmeler, her üç hizbi de etkilemekteydi. Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa 1942’de Irak, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Filistin’i kapsayan Arap Kordinasyon Birliği’nin kurulmasını önerdiğinde, Mısır Parlamentosu ve Kral, Mısır, Suudi Arabistan ve Yemen’in baş aktör olduğu Arap Birliği’nin oluşturulması yönünde çalışmalara başladılar. 22 Mart 1945’te, Mısır Parlamentosu birliği bir araya getirmeyi başararak, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan ve Yemen üyeliğiyle Arap Birliği (Camiatü’d-develi Arabiyye) resmen kuruldu.

Arap Birliği’nin kurulması ve birliğin Kahire’den yönetilmesinin verdiği güçle Kral, İngiltere’yle Nil vadisinin boşaltılması konusunda anlaşmaya vardı. Ancak Vefd Sudan’ın statüsünün belirlenmediğini öne sürerek anlaşmayı onaylamadı. 1947’de konu BM güvenlik Konseyine taşındı ancak bir sonuca varılamadı. Sonuçsuz kalan girişimler İngiltere’nin Kanal bölgesinde askeri üsleri arttırmasına sebep olmaktaydı.

1. dünya savaşının bitmesiyle beraber, BM Filistin’de iki devlet kurulması planını açıkladığında, İngiltere, Filistin üzerindeki manda yönetimini 1948’de kaldırdığını açıkladı. Mısır ve diğer Arap devletleri Filistin’de iki devlet planını kabul etmediler.

Mısır 1948’de müttefikleriyle İsrail’e savaş ilan ettiğinde, ordunun yapılacak bir savaşa tamamen hazırlıksız olduğu bilinmekteydi. Ordu, İngilizlerin verdiği antika silahlar dışında herhangi bir teçhizata sahip değildi ve Mısır savunma bakanı ordunun bu savaşı yürütemeyeceğini açıkça ilan etti. Ancak Kralın savaşa girmekten başka çıkar yolu görünmüyordu (Marsot 2010: 102-103).

Hazırlıksız Mısır ordusu, yeteneksiz subaylar, hükümeti silah alımları konusunda dolandıran siyasetçiler (Belçika’ya silah temin etmek için giden bir heyet, çok büyük meblağlar ödeyerek, II. Dünya savaşından kalma defolu silahlar almışlardı), kötü bir zamanda gelen BM ateşkes çağrısı ve Mısır kuvvetlerinin genel moralsizliği, ezici bir yenilgiye neden oldu. 1949’da Mısır, İsrail’le ateşkes imzalamak zorunda kaldı (Goldschmidt ve Davidson 2008: 350).

Mısır savaşta yenildi, ancak Müslüman Kardeşlerin savaşta gösterdiği başarılar halk arasında büyük takdir topladı. Müslüman Kardeşlerin Mısır’da bir tehdit olduğunu düşünen dönemin başbakanı Muhammed Fethi en-Nukraşi, Kardeşlerin tüm faaliyetlerini durdurdu ve ülkede büyük bir tutuklama dönemi başlattı. Nukraşi üç hafta sonra Müslüman Kardeşler üyesi biri tarafından öldürüldü. Başbakanın öldürülmesine misilleme olarak ta Hükümet,  Müslüman Kardeşlerin lideri Hasan el-Banna’yı 12 Şubat 1949’da öldürttü. Kaostan seçimle çıkılabileceğini düşünüldü ve 1950’de tekrar seçimlere gidildi.1950 seçimlerini, İngilizleri Nil vadisinden çıkarma, Sudan’la birleşme ve İsrail’e karşı savaş sözü veren Vefd Partisi kazandı.

Nahhas Paşa Hükümeti’nin ilk icraatı, günden güne güçlenen Müslüman Kardeşlere konan yasağı kaldırmak oldu. 12 Ocak 1950’de yasak kaldırıldığında Örgütün genel merkezi ve bazı malları iade edildi.

Mısır’da herkes yeni hükümetten büyük beklentiler içindeydi. Yeni hükümet İsrail yenilgisinden sonra agresif-devrimci bir politika izlediğini kanıtlamaya çalışıyordu. Nahhas 1951’de tek taraflı olarak, 1936 İngiliz-Mısır Antlaşması’nı ve 1899 Sudan Konvansiyonunu feshetti. Meclis, Mısır Kralını “Mısır ve Sudan’ın Kralı” olarak kabul ettiyse de bu hamle İngiliz çıkarlarına hiçbir olumsuz etki yapmadığı gibi halkın huzursuzluğunu dindiremedi (Marsot 2010: 104).

İngiltere, Kanal bölgesini ne pahasına olursa olsun boşaltmamakta kararlıydı. Mısırlı Genç Subaylar, Müslüman Kardeşler ve Hükümetin talimatlarını dinleme konusunda pekte hevesli olmayan askerler, Kanal Bölgesindeki İngiliz birliklerine karşı gerilla tarzı saldırılara destek vermeye başladılar. 25 Ocak 1952’de İngiliz ordu birlikleri, gerillalara yardım ettiğini düşündüğü İsmailiye’deki bir polis karakolunu kuşatarak teslim olmalarını istediler. Teslim olmayan en az kırk Mısırlı polis hayatını kaybetti. İsmailiye’deki bu olay ertesi gün Kahire’ye ulaştığında büyük bir kalabalık şehir meydanında toplandı(Marsot 2010: 104-105). Daha önceki kalabalıklardan çok daha iyi örgütlenmiş binlerce Mısırlı, batı tahakkümünün simgeleri olan, Shepheard Oteli, Groppi Lokantası, Turf Kulübü, Ford Motor Company’nin resim sergi salonu ve birçok gece kulübünü ateşe verdi (Goldschmidt ve Davidson 2008: 350).

Tarihe “kara cumartesi” olarak geçen gösteriler, Kahire’de büyük bir yangına sebep oldu. Kral ve Vefd Partisi İsrail yenilgisiyle beraber gözden düşmüş, İngiliz birliklerini Mısır’dan çıkaramadıkları gibi, İngilizler Mısırlı polis ve askerleri öldürmeye de başlamıştı.

          Hür Subaylar Devrimi

Hür Subaylar Örgütü, 1942’de Sudan’da, Cemal Abdül Nasır, Zekeriyya Muhyeddin, Abdülhakim Amr ve Enver Sedat tarafından kuruldu. Sudan’da Mısır birliklerinde bulunan Askerlerin amacı, Mısır başta olmak üzere Sudan ve Süveyş’ten İngiliz askerlerinin çıkarılmasıydı. İlk kurulduğunda askerler arasında hatırı sayılır bir sayıya ulaşan örgüt, 1948 Arap-İsrail savaşında ciddi bir güce erişti.  Savaş esnasında Kralın belirsiz tavırları, buna karşın Hür Subaylar’ın (Örgütlerinin adıyla olmasa da kısaca Subayların) savaşta aktif biçimde taraf oluşları toplumsal prestijlerini artırdı.

Hür Subaylar örgütünün birçok üyesi, 1936 antlaşması sayesinde askeri akademiye girmiş ve aynı yıl mezun olmuşlardı. Enver Sedat ve Cemal Abdül Nasır, askeri okuldan mezun olduklarında Müslüman Kardeşler hareketinin etkisindeydiler. Müslüman kardeşlerin Mısır Milliyetçiliğini İslâmi geleneklere atıfta bulunarak güçlendirmeye çalışmalarına karşın Subaylar, Mısır Milliyetçiliğini -İslami gelenekleri reddetmemekle birlikte- Arap-Milliyetçiliği ekseninde tanımlamaktaydılar. Müslüman Kardeşlerin Mısır’daki etkisi düşünüldüğünde Subaylar 1952 devrimine kadar Kardeşleri karşılarına alacak hiçbir harekette bulunmadılar. Örgütün gizli teşkilatlanma yöntemi de buna müsaade etmezdi.

Mısır ordusu daima monarşiyi desteklemiş ve asla siyasete karışmamıştı. Ancak Filistin savaşı dengeleri değiştirdi ve Subaylar örgütünün Krala karşı hoşnutsuzluğunu doruğa çıkardı. Subaylar, Kahire olaylarından hemen sonra Kralı devirme planını yürürlüğe koydu. Müslüman Kardeşler’in liderlerini buna ikna ettiklerinde önlerinde hiçbir engel kalmamıştı. Kral, subaylar arasındaki hoşnutsuzluğu fark ettiğinde yeğeni subay Abdülhakim Amr’ı (Hür Subaylar Örgütü’nün kurucularından) yanına çağırarak bilgi almak istedi. Amr, Ordunun kesinlikle sadık olduğunu ilettiğinde, Kral ertesi sabah ihtilal olacağını aklından bile geçirmiyordu.

Nasır önderliğindeki Hür Subaylar Yürütme Komitesi 23 Temmuz gecesi Genelkurmaya baskın düzenleyerek, Kral yanlısı komutanları tutukladılar. Ertesi sabah General Muhammed Necip, Kahire radyosundan devrimin ilk bildirisini okudu. Üç gün sonra Kral Faruk tahtan feragat ettiğini açıklamak zorunda kaldı ve ülkeyi terk etti.

Başlangıçta halk parlamenter sisteme dönüleceğini düşündü. Ancak Subaylar arasında yeni yönetim sistemiyle ilgili herhangi bir program yoktu. General Necip parlamenter sisteme hemen geçilmesini isterken, Nasır’ın başını çektiği diğer grup, Mısır’ın bağımsızlığını kazanmak için daha radikal düzenlemeler gerektiğini savunmaktaydı.

7 Ağustos 1952’de Hür Subaylar özel yetkilere sahip olarak General Necip’i başbakanlığa getirdi. 10 Aralık 1952’de de anayasa yürürlükten kaldırılarak, siyasi partiler kapatıldı. Geniş yetkili bir Devrimci Komuta Konseyi kuruldu ve üç yıllık bir süreçten sonra parlamentonun kurulması kararlaştırıldı. 18 Haziran 1953 te ise monarşi kaldırılarak cumhuriyet ilan edildi. Bir yıllık bir sürede Mısır halkı hiç görmediği bir değişimi yaşıyordu. Ancak yeni yönetim halen çok parçalı bir durumdaydı ve hiçbir grubun ülke yönetimine dair ciddi bir programı bulunmamaktaydı.

Devrim Konseyi siyasi belirsizliğin yaşandığı bir ortamda Müslüman Kardeşlerin gücünün farkındaydı. Olası bir seçimde, Kardeşlerin iktidar olmaları güçtü ancak Parlamentoda belirli ve etkili bir güç oluşturabilirlerdi. Kardeşler, Genç Subayların iktidara gelişinde ciddi bir destek sağlamışlar ve ülke yönetiminde haklı olarak bir temsil hakkı istemekteydiler. Nasır, Kardeşler’in hükümetle ilişkilendirildiklerinde kendisini alaşağı edebileceklerini düşünmekteydi. Nasır’ın baskısıyla Devrim Konseyi Ocak 1954’te Kardeşlerin tüm faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı. Örgüt yasaklandı ve cemiyetin binalarıyla birlikte mallarına el konuldu (Marsot 2010: 109).

Müslüman Kardeşler’in herhangi bir tehlike oluşturmayacağını düşünen Nasır’ın ikinci hedefi General Necip oldu. Parlamenter sisteme geçiş konusunda direten Necip’i bertaraf etmek için Devrim Konseyini ikna etti ve Necip görevden alınarak ev hapsine gönderildi. Ülkenin Başbakanı Nasır olurken General Necip ülkenin Cumhurbaşkanı ilan edildi. Hiçbir kara yetkisi olmayan Cumhurbaşkanı halen belli bir gücü temsil etmekteydi. Cumhurbaşkanını tamamen pasifize edebileceği olay 1954 Ekiminin ilk günlerinde gerçekleşti. Nasır suikaste uğradığında Kardeşler Örgütünü sorumlu tuttu. Ancak olayda rolü olduğunu düşündüğü Necip’in Cumhurbaşkanlığını düşürdü. Nasır 1956 yılında yapılan halk oylamasıyla Cumhurbaşkanı oldu.

Cemal Abdül Nasır gücünün doruğuna ulaştığında, tüm enerjisini Mısır’ı bağımsızlaştırmaya ve Süveyş Kanalı’nı millileştirmeye harcamaya başladı. Nasır ilk icraatını Sudan meselesi konusunda gösterdi. Nasır Sudan’lı yöneticilerle görüşerek, bağımsızlıklarını kazanmaları yönünde onları cesaretlendirdi. İngiliz desteyi ile bağımsızlığını kazanacak bir Sudan yerine Mısır’ın teşvikiyle bağımsızlığını kazanacak bir Sudan yaratmak istiyordu. Sonuçta Mısır ve İngiltere 1953’te Anlaşmaya vardılar. 1955’te Sudan bağımsızlığını ilan etti ve İngiliz-Mısır askerleri bölgeden çekildi. Mısır’ın bağımsızlık sorunu Sudan konusunu tekrar gündeme getirmekten çok daha önemliydi. Sudan meselesi Mısır için artık tamamen kapanmıştı.

       1954’te Mısır ve İngiltere arasında görüşme trafiği hızlandı. Kanal bölgesinde yapılan gerilla saldırıları İngilizlere ağır bir yük getirmişti. Kanalı korumak için daha fazla askere ve bütçeye ihtiyaç vardı. Mısır halkı ve yönetiminin tepkileri de İngiltere’yi bunaltmaktaydı. Mısır’ı NATO benzeri anti-komünist bir Ortadoğu ittifakına katmak isteyen ABD ise İngiltere’ye baskı uygulamaktaydı. İngiltere sonunda, Ekim 1954’te, komünist blok dışındaki en büyük askeri tesis olan Süveyş kanalı üssünü terk etmeyi kabul etti.

Ama Arap Birliği üyesi bir ülkeye veya Türkiye’ye, SSCB’den bir saldırı gelmesi halinde, İngilizler kanalı işgal edebileceklerdi. Kademeli olarak boşaltılan Kanal bölgesinden son İngiliz birliği 18 Haziran 1956’da çekildiğinde, 1882’den beri süren işgal bitmiş oluyordu (Goldschmidt ve Davidson 2008: 351-352)

Yeni rejim, İngiltere’yle olan sorunları çözer çözmez, Arap liderliği ve Mısırı millileştirme politikalarını hayata koymaya başladı. NATO örgütü ile Irak, Türkiye ve Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı, Mısır Hükümeti tarafından, İngiltere’nin, Arap dünyasının güç merkezini Bağdat’a kaydırmaya çalışması ve Mısır’ın bölge liderliğini engellemesi olarak yorumlandı. Nasır, bütün Arap ülkelerini Bağdat Paktı’nın dışında kalmaya çağırdı ve Irak başbakanı Nuri el-Said’i Arapları bölmekle suçladı.

Nasır, bu aşamadan sonra dışişlerinde izleyebileceği bir eğilim arayışına girdi. Yugoslavya Devlet Başkanı Tito ve Hindistan’ın lideri Pandit Nehru’nun siyasi geleneklerine ve projelerine yakınlık duyan Nasır, Nisan 1955’te Endonezya’nın Bandung şehrinde düzenlenen ve ilerde “Bağlantısızlar Hareketi” adını alacak konferansa katıldı (Marsot 2010: 111). Konferans, Nasır’ın dünya kamuoyunda tanınmasına aracılık etti. Her ne kadar Bandung konferansı SSCB ve ABD’nin “yayılımcı” politikalarına karşı yapılmışsa da, ABD kendi müttefikleri olmayan her ülkenin SSCB’nin müttefiki sayılacağı yönündeki eğilimi, Mısır’la SSCB’ye ortak çıkarlar noktasında yakınlaştırmaktaydı.

Mısır’ın “Bağlantısızlık” siyaseti Arap devletleriyle dış dünya arasında bir bütün olarak ilişki kuran bir blok oluşturma özgürlüğü sağladı (Hourani 1997: 426). Mısır önderliği altında oluşabilecek bir Arap birliği ABD açısından, Ortadoğu’da bir batılı savunma ittifakına katılmayı reddederek, Doğu Bloku’na katılmaktı. Güçlü bir Mısır hükümetinin, kendi silah kaynaklarına sahip olarak ve Filistinliler ile diğer Arapların duygularına güçlü biçimde hitap ederek gelişmesi, İsrail açısından da kendi konumuna yönelik bir tehdit olarak görüldü. Fransa ise, Mısır’ın bağımsızlık ve bağlantısız Arap dünyası görüşü nedeniyle ve Cezayir devrimine yaptığını düşündüğü yardımlardan ötürü, Mısır’ı ağır biçim de eleştirmekteydi. İngiltere de Süveyş Kanalı’nı kaybetmiş olmanın ezikliğini yaşamaktaydı. Tablonun bütünü batılı devletler ve İsrail için tamamen bir tehdit anlamına gelmekteydi.

1955’te, bu etkenlerin içinde yer aldığı bir dizi kriz başladı. Mısır çok büyük bir sulama projesi (Assuan Barajı) için ABD’den 55 milyon dolar, İngiltere’den 15 milyon dolar ve Dünya Bankası’ndan 200 milyon dolar yardım taahhüdü elde etmişti. Fakat 15 Temmuz 1956’da ABD yardım sözünden geri döndü (Pehlivan 2006: 32). Mısır buna tepki olarak Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirdiğini duyurdu ve Kanal yönetimine el koydu. İngiltere ve Fransa kanalı inşa etmiş olmaları ve Kanal şirketinde hisseleri bulunmaları dolayısıyla bunu bir düşmanlık eylemi olarak değerlendirdiler. İsrail ise, bu durumu bir süredir sınır problemi yaşadığı Mısır’ı zayıflatma fırsatı olarak gördü. Sonuçta Fransa, İngiltere ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı.

Yapılan anlaşmaya göre; İsrail 29 Ekim’de Mısır’a saldıracak, İngiltere ve Fransa, İsrail askerlerinin, Kanal’ın sol kıyısına ulaşmaları için gerekli zamanı bırakmak amacıyla, 30 Ekim’de her iki tarafa da ültimatom vereceklerdi. Bu ültimatomu İsrail kabul edecek ve askerlerini Kanal’dan 15 km. geriye çekecekti. Bunun üzerine İngiliz ve Fransız hava kuvvetleri, 31 Ekim’den itibaren Mısır hava alanlarını bombalayacaklar, 6 Kasım günü, yani ABD’nde Başkanlık seçimlerinin yapıldığı gün, Mısır’a asker çıkarmaya başlayacaklardı.

9 Ekim 1956’da İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. İngiltere ve Fransa her iki tarafın Kanal bölgesinden çekilmeleri için ültimatom gönderdiklerinde Nasır bunu reddetti. İsrail çekilmeyi kabul etti ve Kıbrıs’ta bulunan İngiliz-Fransız kuvvetleri Mısır’a karşı saldırıya geçtiler (Pehlivan 2006: 41-42)

İngiliz-Fransız-İsrail ittifakının Mısır’a karşı giriştiği savaş, aynı zamanda, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği’ne yönelik bir tehditti. Bu iki ülke, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul edemezlerdi. Amerikan ve Sovyet baskısı altında kalarak dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşı karşıya kalan üçlü ittifak geri çekilmek zorunda kaldı (Hourani 1997: 427). Üçlü ittifakın geri çekilmesi, Cemal Abdul Nasır’ı, Araplarca “kahraman bir devrimci”, dünya kamuoyunda da “kurnaz-akıllı” bir siyasetçi konumuna getirdi.

Nasır 1956 savaşını kazanarak (ya da savaşı kaybetmeyerek) Arap dünyası içinde yakaladığı prestiji daha da büyüttü. Mısır ekonomisinin millileştirilmesi adına son hamlesini yapmakta kararlıydı. İngiliz tebaası ve Fransız vatandaşlarıyla birlikte binlerce Yahudi işadamını ülkeden çıkararak mallarına el koydu. Milliyetçi duyguların artmasıyla beraber Mısır’da ikamet eden diğer uyruklardan binlerce insan Mısır’ı terk etti. Mısır ekonomisinin millileştirilmesi yolundaki bu son adım Mısır’ın bağımsızlığının son halkasını oluşturdu. Nasır, hayalini kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni oluşturmak için önündeki batılı engelleri kısa bir süreliğine ortadan kaldırdı ancak birliği oluşturmak için Arap Devletleriyle yürüteceği diyaloglar çok daha çetin olacaktı.

 

 

KAYNAKÇA

  • ALTUNDAĞ, Şinasi. 1988. Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı Mısır Meselesi 1831-1841.  I. Kısım. Ankara: TTK Basımevi.
  • BİLGEN, Bahar. 2010. “Mısır’da Bir Sosyal Devrim Hikayesi: Uruba Hareketi” http://www.ata.boun.edu.tr/grad/issue_4/bilgen,%20bahar_misirda%20bir%20sosyal%20devrim%20hikayesi.pdf . (İndirme tarihi 19 Kasım 2010).
  • GOLDSCHMİDT, Arthur ve Davidson, Lawrance. 2008. Kısa Ortadoğu Tarihi.  Çeviren Aydemir Güler. İstanbul: Doruk Yayıncılık.
  • HOURRANİ, Albert. 1997. Arap Halkları Tarihi. Çeviren Yavuz Alogan. İstanbul: İletişim Yayınları
  • İNALCIK, Halil. 2004. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600. C. 1, Çeviren Halil Berktay. İstanbul: Eren Yayıncılık.
  • İRTEM, Süleyman Kâni. 1999. Osmanlı Devletinin Mısır Yemen Hicaz Meselsi. İstanbul: Temel Yayınları.
  • KARAL, Enver Ziya. 1938. Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu 1797-1802. İstanbul: Milli Mecmua Basımevi.
  • KAYALI, Hasan. 2003. Jön Türkler ve Araplar, Osmanlıcılık Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık 1908-1918. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
  • KOCAOĞLU, Mehmet. 1995. “Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı 1931-1841” OTAM Dergisi 6: 195-210.
  • MARSOT, Afaf Lutfi El-Seyyid. 2010. Mısır Tarihi Arapların Fethinden Bugüne. Çeviren Gül Çağalı Güven. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
  • Mustafa Nuri Paşa. 1992. Netayic ül-Vukuat Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi. C. I-II. Sadeleştiren N. Çağatay. Ankara: TTK Yayınları.
  • ÖZER, Sevda Özkaya. 2007. Osmanlı Devleti İdaresinde Mısır 1839-1882. (Basılmamış Doktora Tezi). Elazığ: Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  • PEHLİVAN, Yavuz. 2006. Arap-İsrail Savaşlarının Türk Kamuoyuna Yansımaları 1948-1967. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Enstitüsü.
  • SİNOUE, Gilbert. 1999. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Son Firavun. Çeviren Ali Cevat Akkoyunlu. İstanbul: Doğan Kitap
  • SOY, H. Bayram. 2004. “Arap Miliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar” Bilig 30: 173-202.
  • TOK, Özen. 2003.  XVII. Yüzyılda Mısır Eyaleti. (Basılmamış Doktora Tezi). Kayseri: Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  • YORGA, Nicolae. 1948. Osmanlı Tarihi. Cilt V. 1714-1912.  Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları.

31 Temmuz 2025

İlgili Terimler :

Instagram'da Bizi Takip Edebilirsiniz...

Bizimle ilgili tüm haber ve gelişmelerden haberdar olmak için Instagram’da takip edebilirsiniz.
@antakyatarihi.com.tr

İLETİŞİM: 0538 955 2706

MAİL bilgi@antakyatarihi.com.tr

ADRES: Antakya - Hatay