OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN CUMHURİYETE GÖÇ ve ULUS*/Ufuk ŞAFAK

Ufuk ŞAFAK

(Bu Makale Doğudan Dergisinin  Temmuz-Ağustos 2009 Tarihli 12. Sayısında Yayınlanmıştır.)

“Yaşadığın köyde ikinci kuşaktan ölülerini

aynı mezarlığa gömmeye başladığında

o köy artık senindir” (Arap Atasözü)

Özet

Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyet Türkiye’sine kadar geçen sürede Anadolu coğrafyasına Balkanlar ve Kafkaslardan büyük göçler oldu. Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rumlar da değişen stratejilere bağlı olarak Anadolu’yu terk etti ve tehcir edildi. Türkiye ve Yunanistan nüfuslarını homojen bir yapıya kavuşturmak için karşılıklı nüfus mübadele etti. Bundan sonra Türkiye, nüfusunu homojenleştirme adına araçsallaştırdığı Müslüman-Türklüğü terk ederek, Kürtleri Türkleştirmek adına Türklüğü araçsallaştırmış ve birçok zorla göç ettirme politikası uygulanmıştır.

Migration and Nation From the Ottoman Empire to the Republic

During the transition from empire to republic in Turkey there have been great waves of migration from the Balkans and Caucasia to Anatolia, and the Greek Orthodox and Armenians of Anatolia migrated or were expelled. Turkey and Greece exchanged populations with the aim of ethnically homogenizing their respective populations. Thereafter the Turkish state abandoned the Muslim Turkish identity as a unifying bond, replacing it with the Turkish identity in order to assimilate the Kurds, and has implemented forcible migration and settlement many times.

Başbakan Tayyip Erdoğan, 23 Mart 2009’da partisinin Düzce mitinginde “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı……… Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” açıklamasını yaptı. Ülkenin başbakanı olarak Erdoğan’ın yaptığı bu açıklama, “azınlıklar”a uygulanan baskılarla ilgili olarak bugüne kadar yapılan en üst düzey açıklama oldu. Popülist söylemlerin en uç örneklerinden biri olan bu sözü Erdoğan, “azınlıklara” uygulanan politikaları eleştirmek için değil, mayınlı arazilerin temizlenmesi konusunda, bu işin İsrail şirketlerine ihale edilmesine tepki gösteren çevrelere cevap vermek için söylemişti. Erdoğan’ın “en yetkili ağız” olarak, başka bir niyeti olmaksızın uygulanan zorunlu göçleri eleştirmiş olduğunu varsaysak bile, bu konudaki resmî söylem(ler)i değiştirmemektedir. Konuyla ilgili olarak, yıllardan beri savunula gelen resmî söylemi ifade eden aslında Vecdi Gönül’dür.

11 Kasım 2008’de AB Savunma Bakanları Troyka toplantısına katılan Türkiye Savunma Bakanı Gönül “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır” (Radikal, 12.11.2008). Gönül, 1915 tehciri, 1923-1925 Türk-Yunan nüfus mübadelesi ve diğer zorunlu göçleri kutsayarak, devletin güç, kırım, tehcirlerle kurulduğunu söylemektedir. Bu anlayışın asıl sorunlu yanı,  geçmişte yaşanan “azınlık” politikalarını olumlanması değil, geçmişte uygulanan “azınlık” politikalarının hâlen de uygulanmasına açık kapı bırakmasıdır.  Bu kapı aralığı, Cumhuriyet sonrası Kürt isyanlarında, 6-7 Eylül 1955’te sonuna kadar açılmış, uygulamalar “ulus olmanın gereği” olarak yıllarca savunulmuştur.

Ancak Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarına kadar geçen zaman diliminde, zorunlu göçler aynı anlayışın ürünü olmadığı gibi, 1915 “tehciri”, 1923 mübadelesi, Kürt iskân politikaları ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken süreçlerdir. Anadolu’dan başka coğrafyalara göç edenler dışında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Kırım, Balkanlar ve Girit’ten Anadolu’ya yapılan Müslüman-Türk göçleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki, 1923 Rum-Türk mübadelesi, Kürt iskân politikaları, “uluslaşma” sürecinin ana damarlarını oluşturmaktadır.

Ortadoğu ve Balkanlarda göçler, zorunlu veya iradî, etnik veya ekonomik olsun, kurulan devletler açısından ayrı bir önemi haizdir. Türkiye, Yunanistan, Balkan ve Kafkas devletleri kuruluş aşamalarında, göçleri (iç ve dış göçleri) varlıklarının en büyük sebebi olarak görmüşlerdir. Jan Zürcher (2006: 9), 1850-1950 yılları arasındaki 100 yılın Avrupa’da demografi mühendisliği asrı olduğunu, büyük insan kitlelerinin, atalarının topraklarından kovularak zorla tehcir ve iskân edildiklerini belirterek, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleriyle Türkiye Cumhuriyetinde yaşanan deneyimin bu genel tabloya uygun düştüğünün altını çizer. Bu tablonun içinde, aynı zamanda Yunanistan, Bulgaristan ve Makedonya’nın uluslaşma süreçlerinde Müslümanları ve Türkleri, nüfuslarını homojenleştirmek amacıyla zorla göç ettirmeleri de yer almaktadır.

Türkiye’de de resmî söylemde, Ermeni tehciri ve Yunanistan ile yapılan mübadele ulus-devlet sürecinin en önemli ve gerekli projeleri olarak görülür. Ekonomide, dilde Türkleştirme çabaları dışında, nüfusu homojenleştirmeden ulus-devlet kurulamayacağı düşüncesinin ürünü olarak, Ermeni tehciri ve Yunanistan’la yapılan mübadeleyi birbirinin devamı olarak gören ve olumlayan anlayışın, İttihat ve Terakki kadrolarını Osmanlı’nın sonunu hazırlayan çılgınlar olarak görüp mahkûm etmesi,  altı çizilmesi gereken bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır. Ancak ifade edilmeyen bir gerçek şudur ki, bu göçler uluslaşma yolunda zaruri olsa bile, göçlerin akabinde ulus-devlet kurulmamıştır. Ankara Hükümeti “uluslaşma-devletleşme” sürecini başlatmıştır. Başka bir deyişle bu süreç “kurulma” ifadesiyle değil, nüfusu homojenleştirerek “uluslaşma sürecine girmek”le ifade edilmelidir. Bu süreçle uluslaşma olup olmadığı ve uluslaşmanın devam edip etmediği ayrı tartışma konuları olarak hâlen güncelliğini korumaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında nüfusu homojenleştirme politikaları uygulanmış, bu uygulamaların temelini de “Türklük” oluşturmuştur. Bu söylem “öteki”ni “eritme kazanı” içine alarak Türkleştirmeyi öngörüyordu. “Eti Tarihi”ni yazma görevini Mustafa Kemal’in kendisine verdiğini söyleyen Arın Engin (1961: 5-6)  şöyle demektedir: “Ulusallığın gelişme araçları olarak dört büyük gerçek ortaya çıktı. 1. Ulusal Dil, 2. Ulusal Geçmişbilim ve Folklor. 3. İrredantizm denilen dışarıdaki soydaşlarla Ulusal Birleşme. 4. Eritme Kazanı usulüyle azınlıkları kaynaştırarak Ulusal Birliği ve Bütünlüğü sağlamak”. Ancak,  kazanda eritilemeyen “azınlık”lardan  isyancı Kürt aşiretleri çeşitli illere dağıtıldılar, ekonominin Türkleştirilmesi adına bir kısım azınlıklar 1941’de Aşkale’ye sürüldü, 1955 Eylül olaylarından sonra ise İstanbul azınlıklardan büyük ölçüde arındırıldı.

I. Osmanlı İmparatorluğunda Anadolu’ya göçler ve iskân politikaları

Osmanlı İmparatorluğunda göçler, ele geçirilen topraklarda devlet hâkimiyetinin teessüsü için hayatî öneme sahipti. Anadolu’dan ele geçirilen topraklara göçler, Osmanlı İmparatorluğunun genişleme evresinin sonuna değin sürmüştür. Fethedilen topraklara yapılan  göçlere Osmanlı Devletinde “toprağı şenlendirmek” adı veriliyordu. Osmanlı Devletinin yöneticileri toprağı şenlendirmeyi büyük ölçüde başararak hâkimiyet bölgelerini vergilendirebilmişlerdir. Bu bağlamda gelişen göçler, sadece ekonomik pragmatizmin ürünü değildi. Savaşlar ve fetihler sonucu kurulan Osmanlı İmparatorluğunda göçler, kısmen doğal ve iradî olarak gerçekleşirken, kısmen de zorunlu-cebri göçürmeler şeklinde olmuştur.

Bunların örneklerini bir yandan “kolonizatör dervişler” öncülüğünde gerçekleşen, inanca, iradeye ve çıkara dayanan barışçı yerleşimler oluştururken, öte yandan da şehirler ve kırsal alanlara savaşta ölenlerin yerini almak üzere başka yerlerden sürülüp getirilerek yerleştirilen kitleler oluşturmaktadır. Bu göçler imparatorluğun son dönemine kadar sürmüş ve ulusal hareketler doğduktan sonra da ayrılıkçı potansiyel taşıyan bazı dinî ve etnik grupları cezalandırma, nötralize etme biçimlerine dönüşmüştür (Timur, 2007: 27-28).

 

       I.1. Kafkas, Kırım ve Balkanlardan Anadolu’ya göç

Osmanlı Devleti 18. yüzyıla büyük toprak kayıpları ve milliyetçi isyanlarla karşı karşıya kalarak girmiştir. Birçok alanda geri kaldığını düşünen Osmanlı yöneticileri, Avrupa’daki gelişmeleri daha sıkı ve istekli takip ederek, her alanda ıslahat hareketleri sürecini başlatmışlardır. Kendini toparlamak için ciddî tedbirlere yönelen devlet; III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde, Fransız devriminin milliyetçi ve özgürlükçü etkisiyle isyan eden reayayla uğraşmak zorunda kalınca, topraklarını muhafaza edemediği gibi “modernleşme” çabalarının sonucunu almaya da vakit bulamamıştır. Devletler arası çıkar esasına dayalı sürekli değişen ittifaklar dünyası hâline gelen 18. yüzyıl ve sonrasında, Osmanlı devletinin gerek siyasi ve gerekse toplumsal yapısını olumsuz yönde etkileyen güçlerin başında şüphesiz Çarlık Rusyası bulunmaktadır. Rus İmparatorluğu Kafkaslar’da hâkimiyet çabasını arttırıp bölgeyi Hıristiyanlaştırmaya başlamasıyla, bölge Müslümanları büyük isyanlar çıkardı. Rus İmparatorluğu, 1783 yılında Kırım’ı kolonileştirmenin bölge halkını Hıristiyanlaştırılması ve Hıristiyanlığa geçmeyen kitlelerin bölgeden çıkarılmasıyla başarılabileceği düşüncesiyle, bölge Müslümanlarına karşı yoğun saldırılara girişti. Böylece Anadolu’ya yapılan ilk toplu göç hareketi 1785-1788 yılında başladı. 1789-1790 yıllarında Anadolu’ya göç akını en şiddetli, en akıcı safhasına ulaştı. Birçok kaynakta sayılar farklı olmakla birlikte, 1800 yılına kadar süren bu durum sonunda, 400.000 kişinin yurtlarını terk ederek Anadolu’ya yerleştikleri sanılmaktadır. Kafkaslarda süren savaşlar ve bölge tarımının çökmesi, Anadolu topraklarında gelen kitlelere toprak verilip üretici duruma getirilmeleri, buraya göçü cazip kılmaktaydı. Osmanlı Devleti yöneticileri, bölgede hâkimiyetini sürdürmek için her ne kadar bu kitlelerin Kafkaslarda kalmasını istese de, çoğu denetim dışı gelen kitleleri Anadolu içlerinde iskân etmek zorunda kalmıştır.

Foto: https://www.atlasdergisi.com/kesfet/kultur/kafkas-gocu-surgun-ve-iskan.html (Foto Kerem YÜCEL)

Osmanlı Devleti 1840’lı yılların sonlarında göçebe Türk ve Kürt aşiretlerini doğrudan kontrolü altına alıp yerleşik uyruklara dönüştürmek amacıyla Anadolu valilerince yürütülecek bir iskân kampanyası başlattı. İlk olarak 1849 yılının bitiminde 2300’ün üzerinde göçebe aile Kayseri yöresi civarındaki köylere yerleştirildi. (Augustinos, 1997: 32) Bu çalışma, özellikle İç Anadolu illerini kapsayacak büyük bir girişimin başlangıcıydı. Göçebeler buralara yerleştirilerek boş araziler işlenecek ve güvenli koşullarla birlikte başka kavimlerin çiftçi olarak bölgeye gelmeleri teşvik edilmiş olacaktı. Projenin en önemli kazanımı, dinleri göz önünde tutulmaksızın Avrupa ülkelerinden Anadolu’ya gelecek olan uzman tarım kitleleri olacaktı. Böylece bol verim elde edilerek, Anadolu’da tarım faaliyeti büyük ölçüde canlanmış olacaktı. Ancak uzman çiftçileri bekleyen Osmanlı İmparatorluğu kendini, Kırım ve Kafkaslardan gelen Müslüman Nogay Tatarı ve Çeçenlerle karşı karşıya buldu. İskân ve tarımı canlandırma çalışmalarını Osmanlı İmparatorluğu bu kitlelerle yapmak zorunda kalınca istenen verim elde edilememiş ve tarım faaliyeti geniş coğrafyaları etkileyecek denli özendirici bir konuma gelememiştir.

Kafkaslar ve Kırım’dan Anadolu içlerine büyük bir göç dalgası da 1850’den sonra başladı. Bu göçler Rusya’nın 1856’dan sonra Müslümanlara muhacereti mecbur etmesiyle hızlanmış, Rusların baskılarından kaçan 30.000 Nogay Tatarı Çukurova’ya, “Müslümanların koruyucu Padişahı”nın topraklarına gelmişlerdir. 1860-1862 yılları arasında daha kalabalık bir nüfus, 260.000 Nogay Anadolu’ya gelmiş, bu kitlelerin büyük bir bölümü Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilmiştir. 260.000 Nogay kitlesi içinde sayıları bilinmeyen, ancak yüksek oranda bir nüfus oluşturdukları bilinen bir kitle de (belki de 50-60 bin) Balkanlara yerleştirilmiştir. Buraya yerleşen Nogaylar ileriki tarihlerde Balkan milliyetçi hareketlerinin baskılarıyla Anadolu’ya göç edeceklerdir.

Rus İmparatorluğunun Hıristiyanlaştırma politikasının hız kazandığı 1860 yılında ise 50.000 Çerkes Anadolu’ya yerleşti. 1864’te ise büyük bir sel hâlinde Anadolu’ya yarım milyondan fazla Çerkes yerleşmiştir (Quataert, 2004: 917). Rus İmparatorluğunun Kafkasya ve Kırım’da Hıristiyan olmayan tebaaya uyguladığı baskılarla, Anadolu içlerine göç eden Müslüman kitleler, Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Yerleşecekleri tarım alanları belirlenmeden, gelişi güzel, alelacele Anadolu’nun farklı coğrafyalarına serpiştirilen göçmenler, çeşitli sosyo-ekonomik sorunları da beraberlerinde getirmekteydi. Ancak bu unsurlar, ileriki tarihlerde (özellikle 1908 sonrası) Rum ve Ermenilere karşı girişilecek “önleyici-caydırıcı tedbirler”de önemli görevler üstleneceklerdi.

 

Tablo 1 Balkanlar ve Kırım’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler[1]

Yıl Sayı Göçün yönü
1815-1828 (Bilinmiyor) Kırım’dan Eskişehire
1860-1862 230.000 Nogaylar-Batı Anadolu’ya
1862 30.000 Nogaylar-Batı Anadolu’ya
1864 340.000 Yunanistan’dan-Batı Anadolu’ya
1877-1878 400.000 Balkanlardan-İstanbul, Edirne, Adana, Halep,

Ankara, Bursa, Diyarbakır, İzmir, Konya, Sivas

(Şahin, 2006: 72)

       I.2. Osmanlı vatandaşlığı ve Anadolu’ya göç

Osmanlı İmparatorluğu birçok etnik unsuru barındıran bir yapıya sahipti. Söz konusu İmparatorluk bir kavimler federasyonu değildi. İmparatorluk nüfusunu oluşturan bütün inanç grupları aynı statüye de sahip değildi. Yönetimde baskın-egemen bir Türk kimliğinden bahsetmek mümkündür ama bu kimlik bütün Türkler için geçerli olmayıp etnik bir egemenlik oluşturmaz. Bu egemenliği niteleyen bir diğer olgu da İslâm’dı.

Saltanattaki Türk hanedanının, her bir etnik ve dinî grubun ileri gelenlerinin ve bu gruplardan İslamiyete geçenlerin oluşturduğu karma sınıf, milliyetçi-ayrılıkçı hareketler ortaya çıkana kadar her alanda İmparatorluğa egemen olmuştur (Augustinos, 1997: 37-38).

1800’lerin ilk yıllarında başlayan Yunanistan isyanıyla Osmanlı İmparatorluğu ilk defa geniş çaplı milliyetçi-ayrılıkçı bir hareketle karşılaşmıştır. Ayaklanma sonunda İmparatorluk 1821 yılında Yunanistan topraklarını kaybetmiştir. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla ekonomik, sosyal ve yönetsel değişim isteyen çevrelerde bu istek artacak, Avrupa “modernleşme” sürecini yakalamak için “1839-1856 yılları arasında gerçekleştirilen Tanzimat Reformları sonucunda Osmanlıcılık ortaya çıkacak, başka bir değişle Batı tarzı bir vatandaşlık kavramı ile pek çok etnik unsuru barındıran ulus yapısının ilk adımları atılacaktır” (a.g.e.: 42). Bu girişimi Balkan ve Arap milliyetçi hareketleri karşısında geliştirilmeye çalışılan çabalar izlemiştir. Bu çabalardan en önemlisi “Osmanlı kimliği – vatandaşlığı” yani Osmanlıcılığı yapılandırmaya çalışılmasıdır.  “Osmanlı kimliği” hukukî ifadesini 1869 tarihli “Tabiyyet-i Osmaniyye Kanunnamesi” ile bulur. Yasayla amaçlanan; bireyleri devlete bağlayan hukukî bağ yaratmak ve bu suretle tebaanın öncelikle komşu Balkan Devletleri uyruklarıyla karışmasının önüne geçmekti. Vatandaşlıktan çıkış da vatandaşlığa giriş de böylece kısıtlanarak içe ve dışa dönük göçlerin önü alınmaya çalışılmıştır.

Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verince yaşanan yıkım ve göçler, Osmanlıcılık ideolojisine büyük bir darbe indirdi. Balkanlar ve Kafkasya’dan topraklarını terk eden yüz binlerce muhacir, Osmanlı yönetimini zor durumda bırakmıştı. Abdülhamid yeni bir jeopolitik anlayışla etnik ve dinsel dengeleri değiştirme gereğine kani olarak, stratejik öneme sahip bölgelerin Türkleştirilmesine-İslamlaştırılmasına özen göstermeye başladı (Adanır, 2009: 60-61).

19. Yüzyılın sonlarına doğru milliyetçilik demografi mühendisliğinin ardındaki itici güç hâline geldi. 1878 Berlin Kongresi’nden sonra, Balkanlarda ortaya çıkan yeni ulusal devletler, Büyük Devletler siyasetinin yarattığı elverişli ortamı kullanarak, Osmanlı İmparatorluğundan toprak koparan romantik milliyetçi hareketlerin ürünüydü. Balkan milliyetçi hareketlerinin tümü ulusal tanımda güçlü bir dinsel öğeye sahipti. Bu, Balkanlardaki Müslüman nüfusa yönelik kıyımlara yol açtı (Zürcher, 2006: 10-11). Karpat 1880-1900 yılları arasında Balkanlardan bir milyondan fazla Müslüman, 1912-1918 yılları arasında ise bir buçuk Müslümanın Anadolu’ya yerleştiği bilgisini vermektedir (Karpat, 2004: 232).

Tablo 2

Bulgaristan’dan Anadolu’ya Müslüman-Türk göçü[2]

Yıl Sayı
1878 1.000.000
1880 200.000
1893-1902 70.593
1913 440.000
Toplam 1.710.593

Kaynak: (www.scribd.com)

Kitlesel göçlerin yaşandığı bir diğer bölge Girit Adasıdır. Yunanistan ve Osmanlı devletleri arasında stratejik bir kavganın sürdüğü adadan, 1878-1912 tarihleri arasında 50.000’den fazla Müslüman İzmir, Antalya, Mersin, Adana, Tarsus, Konya, Ankara, İskenderun, Halep, Beyrut şehirlerine yerleşti.

(https://www.atlasdergisi.com/kesfet/kultur/balkan-gocu-1912-2012-yuz-yillik-surgun.html)

Yeniden çizilen Balkan sınırlarıyla beraber, oluşan devletlere sempati duyan Anadolu’nun kadim halkı Rumlar, Osmanlı topraklarında Padişahın sadık tebaası olarak görülmemeye başlanmıştır. Aynı zamanda nüfusu homojenleştirme çalışmasının ürünü olarak Yunanistan Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları topraklarına kabul etmeye başlamıştır. Dönemin Osmanlı yönetimi, yükselen ulusal-milliyetçi dalga karşısında artık atağa geçmek gerektiğini düşünerek, yeni bir demografik anlayış benimsemeye başladı. Abdülhamid’in önündeki tek seçenek İslâm’dı. Kafkaslardan Anadolu’ya yerleşen Çerkes ve Tatarlar gibi Balkanlardan gelen kitlelerin büyük bir bölümü Türk değil, Boşnak, Pomak ve Arnavut’tu. “Abdülhamid İslâmcılığı” Balkanlar ve Anadolu’daki göçleri biçimlendirirken, 1908 devrimiyle beraber idarî ve toplumsal alanlarda “Türkleştirme projesi” başladı. Ve böylece Anadolu’nun demografik yapısı hızlı bir değişime girerek, Balkan ülkelerine ve özellikle Yunanistan’a giden Rumların sayılarında ciddî artış oldu.

       I.3. İttihat ve Terakkinin iskân siyaseti

Enik köken itibariyle Türk olmayan fakat Balkanlarda alevlenen karşılıklı husumet duygularının sonucu olarak, Müslüman Osmanlıdan başka sığınacak yurdu olmayan göçmenlerin “Abdülhamid İslamcılığı”nın şekillenmesinde önemli bir yeri olmuştur. Bu İslâmcı açılım aynı zamanda, Ortadoğu Arap dünyasında Müslümanlık üzerine kurulu bir “Osmanlı Vatandaşlığı” bilincine entegre edilmelerini hedefliyordu (Timur,  2007: 34). Balkan milliyetçi hareketleri güçlendikçe “Osmanlı vatandaşlığı” projesi şekil değiştiriyor, İttihatçıların etkisiyle de Türk kimliğine bürünüyordu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) 1902 Paris Kongresinden sonra, Türkçülüğün ön plana çıktığı bir örgüt hâlini aldı. 1906’dan sonra Bahaddin Şakir’in Paris’e gitmesiyle cemiyet bütünüyle “Türkçü” bir örgüte dönüştü. Bu tarihten itibaren Cemiyet her ne kadar Osmanlıcılık, İslamcılık gibi siyasetler de takip etmişse de, egemen politikası her zaman Türkçülük olmuştur. Arnavut Milliyetçisi Ekrem Bey (Hanioğlu, 2009: 65 içinde) anılarında şöyle yazmaktadır: “[İttihatçılar] ‘özgürlükçü Osmanlıcılığın’ cazibesinin büyüklüğüne o kadar eminlerdir ki herkesi Türkleştirene kadar bir süre daha oynayabileceklerini düşünüyorlardı. Belki burada Jön Türklere isnat ettiğim şeyin sadece kötü niyetli bir uygulama olduğuna inanılacak. Ama maalesef tarif ettiğim bu ruh hâli ve olgun olmayan hayal politikası acı gerçekti.”

1908’de İTC’nin iktidarda söz sahibi olmasıyla beraber, Osmanlı İmparatorluğunun kaybettiği topraklardan gelen göçmenleri ayrı bir tasnife tabi tutmaya başlandı. Geleneksel Osmanlı politikasının dışında bir çizgi izleyen İTC, devletin nüfus bilgilerini derleme şeklini, millet sisteminin gereği olarak dinsel inanış esası yerine, Türkler dışındaki Müslüman unsurları da kendi milliyetleriyle tasnif etmiştir. Balkanlardan gelen muhacirler arasındaki Boşnaklar ve Arnavutlar, alınan karar gereğince iskân bölgelerine yüzde 10’u geçmeyecek nispette taksim ediliyorlardı (Bilecen, 2006: 33). Ancak bu durum, özellikle Ege sahil bölgesinde yaşayan Rumlar göz önünde bulundurulduğunda, buralara yerleştirilecek Türk ahalinin bulunamadığı koşullarda “Müslüman kimlik” de etkili olabiliyor, Rumların “çoğunluk” olabileceği yerlere Türk olmayan Müslüman kitleler de yerleştirilebiliyordu.

İTC 23 Ocak 1913’te Bâbıâli baskınıyla iktidarı tamamen eline aldı ve 1914 seçimlerinde Mecliste büyük bir çoğunluk elde ederek politikalarını her alanda uygulayabilecek bir konuma geldi. İttihatçıların her alanda “Türkleştirme” politikası yürütüp yürütmediği “güncel tartışmalar” bir kenara, Anadolu demografik yapısı üzerinde büyük bir değişim-dönüşüm yarattıkları bir gerçektir.

Jön Türklerin, önceleri çok etnisiteli imparatorluğu korumak yönündeki çabaları 20. yüzyılın ilk yıllarına etnik milliyetçiliğin yükselişini önleyemedi (Zürcher, 2006: 22). İttihat ve Terakki kadrolarının daha önce savaştıkları Balkan milliyetçi “düşmanlarının” yaptıklarının bir benzerini şimdi onlar “Türkleştirme” adı altında yapıyorlardı. İttihat ve Terakkinin demografi mühendisliği projesini hayata geçirmediği, dolayısıyla “Türkleştirme” politikaları gütmediği konusunda birçok iddia olmakla birlikte,[3] Rumların Yunanistan’a göç etmeleri, Ermenilerin “tehcire” tabi tutulmaları sonucunda Anadolu nüfusunda “Türk çoğunluk” büyük oranda sağlanmış oldu.

       I.4. Yunanistan’a Rum, Anadolu’ya Müslüman-Türk göçü

“Avrupa Türkiyesi”nin neredeyse tamamen kaybına yol açan askeri yenilgilerin ardından İttihat ve Terakki tüm niyet ve amaçlarıyla birlikte “Osmanlıcılık” ideolojisinden vazgeçti. Bunun yerine eskiden muhacirlerin sıkıntılarını ve Müslümanların gayri Müslim nüfusa dönük şikayetlerini araçsallaştırmaya başladı (Adanır ve Kaiser, 2009: 22).

Talat Paşa (Bardakçı 2009: 172-173), Hükümet Programı Taslağında şöyle demektedir: “Devletin bekâsının teessüsünden beri te’min eden ve Müslümanlığı müstakil bir devlet hâlinde muhafaza eyleyen Türk unsuru, bu vazife-i mukaddeseyi güçlükle ifa edebilecek derecede ezilmiştir. Bu unsurların inkırazı memleket-i Osmaniye’yi ve Müslümanlığı ve hilâfeti tehlikeye düşürebilir. İşte bu nokta-i nazardan, kabine Türk unsurunun kabiliyeti derecesinde iktisâden ve içtimâen kuvvetlenmesini kendisine esas ittihaz edecek…….”

Talat Paşa Türk unsurunun kuvvetlenmesi öndeki en büyük engelin, Osmanlı nüfusundaki “azınlıklar”ın önemli bölgelerde yoğun nüfusları olduğunu düşünerek, yerleşim yerlerinin kimlik dağılımlarını haritalandırmış, bu önemli bölgeleri Türkleştirmek amacıyla tehcir, iskân gibi politikaları hayata geçirmek için operasyonel tablolar hazırlamıştır. Bu tablolar; 1876-1915 yılları arasında Anadolu’ya çeşitli yerlerden yapılan göçlerle beraber, Anadolu’dan Yunanistan ve Balkan ülkelerine yapılan göçlerin ayrıntılı dökümlerini içermekteydi.

Bu istatistiklerde; Balkan harbinden önce Balkanlar ve Yunanistan’dan Anadolu’ya ve Suriye’nin bazı bölgelerine toplam 926.022 kişi (Bardakçı 2009: 35), Balkan harbinden sonra da gene aynı yerlerden 339.074 kişi (Bardakçı 2009: 39) olmak üzere toplam 1.265.096 kişinin göç ettiği not edilmiştir. Ayrıca Talat Paşa Rum ve Bulgar göçleriyle de ilgili ayrıntılı dökümler çıkarmıştır. Buna göre; Anadolu’dan Yunanistan’a giden Rumlar; 163.975, Anadolu’dan Bulgaristan’a giden Bulgarlar; 58.039, Ege yöresinden Anadolu içlerine naklolunan Rumlar 93.088 (Bardakçı 2009: 79) kişi olarak kaydedilmiştir.

İTC yöneticilerinin Anadolu’da uygulayacakları iskân siyasetlerine dayanak oluşturması açısından bu istatistikler önemle kaydedilmişlerdir. Bütün bu istatistik çalışmaları vilayet ve sancak memurları özenle merkeze bildiriyor, bilgiler son olarak Talat Paşa’da toplanıyordu.

Balkan savaşlarının yarattığı yeni demografik anlayışla beraber, Yunanistan tehlikeli gördüğü Müslüman-Türkler üzerinde baskıları arttırmış ve onları göçe zorlamıştır. Aynı şekilde İttihatçılar Ege bölgesindeki Rumları tehlikeli görüyor ve politikalarını sertleştiriyordu.

Her ne kadar Osmanlı Hükümeti Anadolu Rumlarına eylemsel olarak saldırmadıysa da, bir korku havası yaratmıştır. İttihat ve Terakki Fırkası, Rum tacir ve esnaflarına karşı boykot örgütlüyor, yöreye yoğun biçimde Türk sığınmacılar yerleştiriyordu. Askerliğin gayrımüslimler için zorunlu hâle gelmesi de Rumların endişelerini arttıran unsurlar arasındaydı. Bu ortama bağlı olarak 100.000 den fazla Rum Batı Anadolu’dan kaçıp Yunanistan’a geçti. Geri kalan Rumlar da 1. Dünya Savaşında düşmanla işbirliği yapabilecekleri düşüncesiyle Anadolu’nun iç bölgelerine sürüldü (Bilecen 2006: 36).

Balkanlar, Savaş ve Göç

Böylece her iki ülke “kazanıyor”, yaşanan savaş ve yıkımlarla beraber nüfuslarını yeni kitlelerle takviye ediyorlardı. Artık nüfusun homojenleştirilmesi Osmanlı İmparatorluğu, Yunanistan ve Balkan devletleri için ulus olma bilincinin birinci koşulu olarak görülüyordu. Osmanlı Hükümeti Müslüman-Türk, Yunan Devleti Rum, Bulgar Devleti Bulgar kitleleri,  otoriter rejimlerini sağlamlaştırmak için araçsallaştırıyor, ancak adı geçen kitleler gün geçtikçe kırım ve felâketlere uğruyorlardı.

 

       I.5. Ermeni Tehciri

Ermeni sorununda bugün yaşanan tartışma “soykırım” çerçevesinde sürüp gitmektedir. Bu tartışma içinde tarih, herkesin hukuki argümantasyona uygun düşecek kanıtları çekip çıkardığı bir bilgi belge ambarı olarak kullanılmakta ve böylece Anadolu’dan sürülüp yok olmaya mahkum edilen Ermeniler günün politik havasına göre hukukun-pragmatizmin nesnesi durumuna düşmektedirler.

Rumlar, İttihat ve Terakki iktidarı tarafından nasıl “tehlikeli unsurlar” olarak görülüp göçe zorlandılarsa, Anadolu’nun diğer “tehlikeli unsurları” Ermeniler de aynı kadere uğradı. Bazı farklarla ki daha radikal, ivedi ve saldırılara maruz kalabilecek denli önlemsiz. 1915 yılında İstanbul ve birkaç şehir dışında Anadolu’da Ermeni kalmayacak ve Anadolu’dan tümden yok olacaklardır. İttihat ve Terakki yöneticilerine göre Anadolu’nun stratejik öneme sahip bölgeleri “tehlikeli unsurlar”dan arındırılmış oluyordu.

Tehcir kararından önce, Osmanlı Dahiliye Nezareti mahkum edilmiş katilleri serbest bırakmış ve bunlardan müteşekkil Teşkilat-ı Mahsusayı kurmuştu. Bu örgüt, Ermeni sürgün kafilelerini organize etmekle görevlendirilmişti. Salgın hastalıklar ve açlık dışında ölen Ermeniler bizzat bu örgüt tarafından ve ya örgütün göz yumması sonucu başka çeteler tarafından katledilmişlerdir.

Katledilen ve başka nedenlerle ölen toplam Ermeni sayısının 500.000 mi, 1.500.000 mu olduğu üzerine güncel tartışma sorunu “ceset” sayımına indirgeyerek ırkçı söylemleri beslemekten başka bir amaca hizmet etmemektedir.  Anadolu’nun kadim halkı Ermenilere uygulanan zorunlu göç, Balkanlarda Müslüman-Türklere, Ege’de Rumlara uygulanan nüfusu homojenleştirme politikalarıyla bir bütünlük oluştururken, bu göçlerden farkı İttihat ve Terakkinin nüfusu homojenleştirmek için uyguladığı en sert ve acımasız uygulama olmasıdır. Bu bütünlük, dönemin uluslaşma bilincinin “ulus: tek etnik unsur” olmasıyla izah edilebilir. Ancak güncel tartışmalardan biri de Ermenilere uygulanan tehcirin “diğer” devletlerin Müslüman-Türklere uyguladığı zorunlu göçten farklı olmadığıdır. Böylece reddiyeci anlayış ulus olmanın gereği olarak tehcirin arkasında dururken, zorunlu göçler sonunda “ulusun” kurulup kurulmadığını sorgulamamaktadır.

Talat Paşanın notlarına dönecek olursak, sevk olunan Ermeni sayısını il il yazarak toplam rakamı 924.158 olarak ifade etmektedir.

Tablo 3 Sevk Olunan Ermeni Sayısı

Ankara Vilâyeti 47.224
Erzurum Vilayeti 128.657
Adana Vilâyeti 46.031
Bitlis Vilâyeti 109.521
Hâlep Vilâyeti   34.451
Hüdavendigâr Vilâyeti 66.413
Diyarbakır Vilâyeti 61.002
Sivas Vilâyeti 141.592
Trabzon Vilâyeti 34.500
Mâmuretülâziz Vilâyeti 74.206
İzmit Sancağı 54.370
Canik  Sancağı 26.374
Karesi Sancağı 8.290
Karahisar Sancağı 7.327
Kayseri sancağı 47.617
Maraş Sancağı 27.101
Niğde Sancağı 5.101
Konya Vilâyeti 4.381
Toplam          924.158

(Bardakçı 2009: 77)

Talat Paşa 1912-1913’te yapılan nüfus sayımına göre, Osmanlı Vilâyet ve Sancaklarındaki Ermeni nüfusuyla birlikte, 1916 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni nüfusunu da kaydetmiştir.

Tablo 4 Ermeni nüfusunun tehcir öncesi ve sonrasındaki genel durumu :                         

İl 1330 [1912-1913] nüfus kaydına göre 1916 sonunda nüfus
Ankara 44,661 12,766
Musul 0 253
Niğde 4,939 193
İzmit 56,115 3,88
Kütahya 4,023 3,932
Eskişehir 8,62 1,258
Bolu 3,002 1,539
Afyonkarahisar 7,498 2,234
İçel 350 252
Karesi [Balıkesir] 8,663 1,852
Kayseri 47,974 6,65
Adana 51,723 12,263
Maraş 27,306 6,115
Sivas 141 8,097
Beyrut 1,224 50
Kastamonu 9,052 3,437
Konya 13,078 3,73
Aydın 19,71 11,901
Suriye 0 0
Zor 63 201
Hüdavendigar 59,038 2,821
Halep 37,031 13,679
Urfa 15,616 1,144
Erzurum 125,657 0
Bitlis 114,704 0
Van 67,792 0
Diyarbekir 56,166 0
Trabzon 37,549 0
Elâziz 70,06 0
TOPLAM 1.032.614 97.247[4]
İstanbul 80 80
TOPLAM 1.112.614 177,247

(Bardakçı 2009: 109)

Tablodan anlaşılacağı üzere 1913 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 1.112.614 Ermeni yaşamaktaydı. 1916 yılı sonunda Osmanlı İmparatorluğunun toplam Ermeni Nüfusu, 80.000 Ermeni’nin yaşadığı İstanbul da dahil olmak üzere, hesaplamadaki yanlışlığı düzelttikten sonra 178.247 dir.

Talat Paşa ayrıca vilayetlere gönderdiği yönergede, Ermenilerin hiçbir idarî birimdeki toplam nüfusunun yüzde 10undan fazla olmaması gerektiğini bildiriyordu (Adanır ve Kaiser 2009: 24). Böylece Ermeniler yerleştirildikleri bölgelerde etkin konuma gelmeleri önlenmiş oluyordu. Göç ettirilen Ermenilerin taşınmaz mallarına el konup açık arttırma ile satıldı. İTC’yle ittifak hâlinde bulunan birçok Türk seçkini bu yolla hatırı sayılır düzeyde servet sahibi oldu. Aynı zamanda hükümet bu mallara el koyarak, Anadolu’ya yerleşecek muhacirlerin iskân masraflarını da finanse etti.

Ermenilerin Anadolu’dan sürülmesi İttihat ve Terakki Cemiyetinin Türkleştirme programına ve yeni Türk iktisadî elitinin ortaya çıkmasına maddî temel oluşturdu. Bu program Türk olmayan bireysel ve Cemaat kimliklerini ortadan kaldırmayı amaçlamıştı.

Programın insan hayatı bağlamında bedeli muazzamdı, ancak bu bedel İTC tarafından bilinçli olarak hesaba katılmıştı (Adanır ve Kaiser 2009: 25).

II. Türkiye Cumhuriyetinin iskân siyaseti

       II.1. Türk-Yunan ahali mübadelesi

1918 yenilgisiyle birlikte Türkleştirme politikaları sekteye uğradı. Ülke savaş yorgunuydu ve “felâket”ten İTC sorumluydu. Ancak galip devletlerin İmparatorluğun dağılmasıyla tatmin olmadıkları, bilakis Anadolu’yu parçalama niyetinde oldukları açığa çıktığında, İTC politikalarının büyüttüğü toplumsal güçler direnmek amacıyla yeniden toplandı. İdeolojik seferberliğin 1. Dünya Savaşı Türkçülüğü temelinde yürümesi çok zordu.  Anadolu’nun parçalı etnik yapısının ve Türk etnik kimliğinin değil de, genel olarak Müslüman halkların çıkarlarının tehdit altında olduğu gerçeğinin oluşturduğu manzara karşısında, bir kez daha ortak İslâmî mirası vurgulamak uygun görüldü. Nitekim 1920 yılında Mustafa Kemal önderliğini yaptığı hareketin yalnızca Türklerin değil, Çerkeslerin ve Kürtlerin, dayanışmaya dayalı bir topluluk oluşturan tüm Müslüman grupların ortak iradesini ifade ettiğini vurgulayacaktı. Mustafa Kemal Nutuk’ta Sivas Kongresinin açılış gününün, İttihatçı olmadıklarına dair tartışmalarla geçtiğini ve İttihatçı olmadıklarını teyid edecek ant içtiklerini anlatmaktadır (Kemal 1997: 81).

1922’de Yunan ordusunun “Küçük Asya felaketi”nin ardından, Yunan ordularıyla aktif olarak işbirliği yapmış gruplar (Rumlar ve Ermeniler) bir kez daha göç etmek zorunda kaldılar. Bu tarihten itibaren Anadolu’nun “Müslüman birliği” tekrar rafa kaldırılacak ve “Türk” vurgusu ekonomide, idarede, hukukta, dil ve tarihte öne geçecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmanın yolunu, Osmanlıyı Türkleştirmekte gören İTC politikalarının bir benzeri Cumhuriyet’in kurucu kadroları tarafından benimsenecektir.

Türkiye Cumhuriyetinin devlet olarak kurulmasının birincil koşulunu ulusal varlığı homojenleştirmek olarak gören cumhuriyetin önde gelen kadroları, ilk iş olarak zorunlu göçlere başvurmuşlardır. Ancak bu sefer zorunlu göç bir devletin onaylaması ve emperyalist güçlerin desteğiyle gerçekleşecekti.

Yunanistan ve Balkanlardan gelen kitleler Anadolu nüfusunu Türkleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda Cumhuriyetin nüfusu artırma projesine de hizmet edeceklerdir. Mustafa Kemal bir demecinde bu durumu açıkça dile getirecektir;

Memleketin nüfusu şayan-ı teessüf bir derecededir. Zannederim ki bütün Anadolu halkı 8 milyonu geçmez. Şimdi biz bunu telafi etmek istiyoruz……… hudud-ı milliye haricinde kalan aynı ırk ve harsat olan anasırı da getirmek ve nüfusumuzu arttırmak lazımdır…. Bence Makedonya’dan ve Batı Trakya’dan gelen kâmilen Türkleri buraya nakletmek lazımdır” (Kürşat 1998: 22).

Ancak, adı geçen bölgelerden Türkleri getirmek kolay olmayacaktır. Türk unsurları Anadolu’ya getirmenin bir bedeli vardı, bu bedeli Anadolu Rumları öderken, belki de daha ağır bir bedeli de, hiçbir seçme hakkı olmadan, zorla göçe tabi tutulan Makedon-Trakya Türkleri ödeyecektir. Bu bedelin sonunda, Anadolu’yu terk eden Rum sayısının ancak yarısından biraz fazla bir nüfus Anadolu’ya gelmiş, yani nüfus artmamış, tam tersi 500.000 kadar azalmıştır. Türkiye’nin bu uygulamayla “kazancı” nüfusu Türkleştirmek olmuştur.

Kuruluşundan Balkan Savaşları’na kadar geçen sürede Yunanistan homojen bir ulus hâline gelmiş, ancak Trakya’nın Yunanistan’a bağlanmasıyla bu durum değişmiştir. Yunanistan Meclisinde, Yunanistan Türklerine karşı milliyetçi söylemler güçlenirken, Ankara’da da Rum karşıtı söylemler ağırlık kazanmaktaydı. Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey “Rumlar ve Patrikhane vatana ihanet etmektedir, bu suçu işleyen bir azınlık artık vatandaşlık hukukunu ileri süremez” dediğinde mecliste dakikalarca alkışlanmıştır.

Milliyetçi Türk seçkinlerini en rahatsız eden şey de, Batı Anadolu’nun Yunanlılar tarafında işgal edilmiş olması değil, Ege kıyılarındaki yerli Rum nüfusun, ütopik bir ideolojinin meyvesi olan Yunan işgalini desteklemiş olmalarıdır (Akgönül 2007: 46).

Yunanistan ulusal hareketi kendini Osmanlı-Türk karşıtlığıyla ifade ederek var olmuştur. Bulgar, Sırp milliyetçi hareketleri gibi, Yunan milliyetçi eliti de toprak egemenliğini sağlamak çabasıyla, toprağı elinde bulunduran Türk kitlelerinin yöredeki gücünü kırmak için, onları göçe zorlamayı gerekli görmüştü. Bu göçlerin son halkasını 1923 Mübadelesi oluşturmaktadır.

Anadolu’da kurulan yeni devletin kurucu kadroları, savaş sonrasında, siyasal sınırların yeniden belirlenmesi, ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunları çözerek ulus inşa sürecini devam ettirmek yönünde çabalara girişmişlerdir. Bu çabalar Londra Konferansında anlam bulacak ve Türkiye Cumhuriyeti emperyal devletler tarafından onaylanacaktır. Bu konferansta aynı zamanda “uluslaşma” hareketlerinin önemli bir halkası olarak görülen nüfus sorununun, yeni anlayışlara ve ortaya çıkan topografyaya uygun olarak ele alınması umuluyordu. Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi bu konferansın bir parçasıdır.

Mübadele fikrinin hangi ülke tarafından gündeme getirdiği konusunda farklı görüşler olmakla birlikte, Londra Konferansı’nda Türkiye ve Yunanistan “azınlık” olarak gördükleri nüfuslarını mübadele etmek için yoğun çabalara girerek, İngiltere, ABD ve Fransa’nın onayını alarak bir anlaşmaya varmışlardır.

30 Ocak 1923’te imzalanan “Türk Yunan Nüfus Mübadelesine İlişkin Protokol” anlaşması gereğince Türkiye’den Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklularıyla, Yunanistan’da İslâm dinine mensup Yunan uyrukluların karşılıklı göçü kabul edilmişti. Bu karar tercihe bağlı değildi, kapsamı belirlenen ahali zorunlu olarak göç edecekti. Mübadil kişi terk ettiği ülkenin vatandaşlığından çıkacak, gittiği ülkenin vatandaşlığını alacaktı (Yüksel 2007: 47). Mübadele İstanbul’da oturan Rumları ve Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktı.

Göçün zorunlu olması insan hakları ve mülkiyet hakkı açısından bakıldığında ortaya çıkan sonuç, tarihsel gelişmelerin doğal olarak zorlaması yüzünden bu hakların hiç olmazsa bir ölçüde askıya alınmasıydı. Mübadelenin yürütülmesini sağlayacak temel ilke, kuram, kuruluş ve yöntemler, gereklilik ve zorunluluk zemini üzerine temellenmişti (Arı 1995: 41).

Mübadele işlemleri başlamadan Rumlar Anadolu topraklarını terk etmeye başladılar. 1922 Ekiminde,  bir ay içerisinde Yunanistan’a göç eden Rum sayısı 650.000 bini bulmuştur. Bu sayı 1922’nin sonuna dek 1.000.000 u bulacak, mübadele edilen Rumlarla bu sayı 1.250.000’e dayanacaktır. Bu konuda net rakam vermek çok güçtür, bir kaynakta bu sayı 1.221.849 (Barkan 1980: 58) olarak verilirken başka bir kaynakta 1.250.000 (Arı 1995: 8) olarak verilmektedir.

Türkiye’den ayrılarak Yunanistan’a giden bu kitleler Anadolu’da önemli nüfus boşlukları yaratırken, Yunanistan’da yarattıkları nüfus yığılması sonucu, oradaki Türklere yönelik baskının önemli etkeni olabiliyorlardı (Arı 1995: 8).

Girit, Kavala, Drama, Selanik’ten Anadolu’ya gelen mübadiller, 1923 yılının Kasım ayında 34.627, Aralık ayında 26.691 olmak üzere, yıl sonuna dek toplam 61.318’i bulmuştur. 1924 yılının Temmuz ayının ortalarına kadar bu sayı 314.052’ye ulaştı. 1924 Ekim ayına kadar da 370.000 göçmen Anadolu’ya gelmiş bulunuyordu. Bu sayı, mübadele kapsamına girip, mübadele edilmeyi beklemeden gelenlerle beraber 500.000i buldu (Arı 1995: 91-92). Mihri Belli, 1921-1928 yılları arasında Yunanistan, Romanya, Bulgaristan ve SSCB’den Türkiye’ye gelen göçmen sayısını 463.534 olarak vermektedir (Belli 2006: 56-58).

Bazı resmi belgelere dayanarak hazırlanan bir tabloda ise sayı daha az belirtilmekte (Kiracı 2006: 52) ve 1924-1933 yılları arasında illere göre gelen göçmen sayıları şöyle verilmektedir:

Tablo 5 1924-1933 yıllarında Türkiye’ye gelen mübadillerin illere göre aile sayısı ve nüfusu:

İller Aile Sayısı Nüfus
Adana 1.640 5.862
Afyon Karahisar 109 358
Aksaray 1.076 3.186
Amasya 475 2.807
Ankara 185 925
Antalya 1.087 4.015
Aydın 2.264 8.312
Balıkesir 7.541 25.515
Bilecik 771 2.665
Bolu 14 122
Burdur 102 380
Bursa 7.082 31.558
Çanakkale 2.143 9.646
Çankırı 2 5
Çorum 428 1.680
Cebel-i Bereket 502 2.396
Denizli 490 1.740
Diyarbakır 3 8
Edirne 10.354 24.705
Elazığ 174 651
Erzincan 272 945
Eskişehir 855 1.214
Gaziantep 119 438
Giresun 216 832
Gümüşhane 17 130
Isparta 264 984
İçel 143 543
İstanbul 8.610 33.328
İzmir 13.234 62.947
Kastamonu 97 333
Kayseri 1.644 6.150
Kırklareli 4.729 19.739
Kocaeli 5.071 17.074
Konya 1.021 4.023
Kütahya 176 669
Malatya 1 4
Manisa 3.662 15.468
Maraş 103 842
Mersin 803 3.091
Muğla 647 2.401
Niğde 3.969 15.750
Ordu 332 1.432
Samsun 6.288 23.454
Sinop 225 920
Sivas 486 1.918
Şebinkarahisar 1.425 5.617
Tekirdağ 6.43o 23.221
Tokat 1.630 6.209
Trabzon 77 393
Urfa 1 3
Yozgat 1.113 3.911
Zonguldak 207 938
TOPLAM 1.003.009[5] 381.457[6]

Mihri Belli, mübadele kapsamında Türkiye’den ayrılan Rumların sayısını ise şöyle vermektedir: 1924-1926 yılları arasında İstanbul’dan 97.951, 1924 yılında Samsun’dan 58.164, 1924-1925 yılları arasında Mersin’den 50.124, 1923-1924 yılları arasında İzmir’den 2.500, 1924’te Kırklareli’nden 1.177 kişi (Belli 2006: 54) olmak üzere toplam, 209.916 kişidir. Türkiye’den ayrılan muhacirler adı geçen şehirlerden göç etmiştir, ancak adı geçen şehirler muhacirlerin Yunanistan’a gitmek üzere toplandıkları şehirlerdir. Dolayısıyla Türkiye’den hangi şehirlerden kaç kişinin Yunanistan’a gittiği konusunda net rakam vermek pek olanaklı görünmemektedir.

Mübadele sonucunda Yunanistan nüfusu büyük oranda Müslümanlardan arındırılmış, aynı şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti nüfusunu Türkleştirmiştir. Ancak bu Türkleştirmede Yunanistan’ın Hıristiyan Rumlar kimliğine vurgu yapması, Türkiye’nin Müslüman-Türk vurgusunu öne çıkarmış, ve İslâmi ortak miras burada da etkinlik kazanmıştır. Mübadelenin amacı konusunda farklı görüşler olmakla birlikte iki ülkenin nüfusları açısından durum tam da buydu. Yunanistan’da yaşayan Müslüman ve Yunanlı nüfusunu 1912 ve 1926 yıllarını baz alarak Pavlidis (Pavlidis 1997: 19) (Sadece Yunanlı ve Müslüman nüfusu karşılaştırılarak) şu şekilde saptamıştır:

Yıllar

1912

%

1926

%

Yunanlılar

513.000

42,6

1.341.000

88,8

Müslümanlar

477.000

39,4

2.000

0,1

Mübadeleden sonra Türkiye’de kalan Rumlarla ilgili sayıları 1927 yılında yapılan nüfus sayımında görmekteyiz. Türkiye’de 1927 de yapılan sayıma göre 52.987 erkek ve 66.835’ i kadın toplam 119.822 kişi Rumca konuşabildiğini beyan etmiştir. Bunların 91.902 si (% 76.69) İstanbul’da, 7.938 Çanakkale’de ve geriye kalan nüfus çoğunlukla Balıkesir, Antalya ve Aydın’da yaşamaktaydı (diğer illerde rastlanan Rumca konuşan nüfus, Türkiye’ye mübadele sonucu gelen Müslüman muhacirlerdir) (Pavlidis 1997: 19).

Rumların Türkiye’den ayrılması toplum yapısında kültürel, etnik ve ekonomik homojenleştirmeye dönük bir süreç başlatmak yönünde bir ortamın ve Türkler için fırsat yaratmanın nedeni oldu (Arı 1995: 163).

       II.2. Mübadele sonrası durum

Mübadele kapsamında Türkiye’ye gelen muhacir sayısının net olarak ortaya koymak çok zordur. Bunun en önemli nedeni göçlerin 1930 yıllına kadar sürmesi ve sağlıklı kayıt tutulmamsıdır. Sonuçta 500.000 muhacirin Türkiye’ye geldiği sanılmaktadır.

Her iki devlet de savaştan yeni çıkmış ve ekonomileri harap idi. Muhacirleri ülke ekonomisine yük olmaktan çıkarıp, üretici duruma getirmek için her iki devlet de yoğun çabalar sarfetti. Yunanistan, muhacirleri potansiyel üreticiler olarak görmekle beraber,  oluşmakta olan yeni burjuvaziye eklemlemeye çalışmıştır. Türkiye’den giden Rumların önemli bir kısmı ticaretle uğraşan şehir burjuvazisiydi. Türkiye’ye gelen mübadillerin tamamına yakını ise, kır kökenli tarım kitleleriydi. Bu sonuç doğal olarak Türkiye’de şehirlerin ekonomik yapılarında ciddî sarsıntılara sebep oldu. Şehirli nüfus oranını azalırken, kır nüfusu artmış, kısa sürede yaşanan bu değişim ülke ekonomisini büyük zararlara uğratmıştır.

Yunanistan’daki toplumsal statülerinden, iş ve alış veriş ilişkilerinden koparılan mübadiller, yeni katıldıkları çevrede bunları yeniden kurmak zorundaydılar. En önemlisi de Türkiye’ye gelirken parasal olarak büyük darbe yiyen mübadiller, ekonomik ve toplumsal yönden büyük statü kaybına uğrayarak psikolojik sorunlar da yaşamaktaydılar. Moral değerlerinin yitirilişi olarak nitelendirilebilecek bu boşluğu, gidilen yeni topraklara yönelik soyut bağlılıklar doldurabilirdi. Bu, ulusalcı niteliği olan, yeni bir moral değerdi.

Yunanistan’a giden kitleler için durum daha da farklıydı. Onlar için “ulusal değerler” ekonomik statüleriyle iç içe geçmiş ve kısa sürede iskân edilerek -en azından çoğu açısından- kendilerini varedebilmişlerdir. Yunan Devletinin dış borçlanma yoluyla mübadillere parasal destek sunması kısa vadede üretici durumuna gelmelerinde önemli bir etkendi. Ayrıca Milletler Cemiyeti Yunanistan’a giden muhacirler için 1924 yılında 19 milyon sterlin kredi vermiştir. Türkiye’ye gelen muhacirler ise dış yardımlardan hemen hemen hiç yararlanmamış hatta Türkiye’ye gelirlerken mübadillerin büyük çoğunluğu vapur paralarını kendileri ödemek zorunda kalmışlardır. 500.000’lik bir kitleyi göz önünde bulundurduğumuzda, bunların yarısının ulaşım giderlerini kendilerinin karşıladığını düşündüğümüzde büyük bir meblağ karşımıza çıkmaktadır.

Mübadele İmar ve İskân Vekili Mustafa Necati’nin belirttiğine göre; Türkiye’ye gelen göçmenlerden köylü olanların çoğunun aleti edevatı yoktu. Çoğunun 15-20 gün iaşesini sağlayabilecek parası vardı, o parayı da kısa sürede harcadılar ve “aç bir vaziyete” düştüler. Çoğunun sırtında gömlek, ayağında çarıktan başka bir şey bulunmuyordu. Ortalama 20 kile buğdayı tohumluk yapmak zorunda olan göçmenler yanlızca bu orandaki buğdayı alabilmek için yaklaşık 80 lira bulmalıydılar. Kısacası bütün bu gereksinimler devletten sağlansa bile, bir köylü aile için 750 lira harcamak gerekirdi. Bu ise, 15.000.000 lira gibi büyük bir para kaynağı bulmak demekti. Oysa devlet bütçesi hazırlanırken, mübadillerin harcama kalemleri için ayrılmış olan para, ancak 750.000 lira kadardı (Arı 1995: 149-150). Barkan muhacirlerin iskânıyla ilgili şöyle demektedir; “Bir iç kolonizasyon planının olmayışı… Daimi harp gaileleri içinde bunalmış, idaresiz ve geri memlekette başı boş yardımsız bırakılan veya cahilane bir idare ile, fena tatbik edilmiş bir iskân işi. Türk nüfus ve ekonomisi üzerinde, tahrib edici tesirler doğurmuştur.”

Türkiye’ye yerleşen muhacirlerin büyük çoğunluğunun yerleştirildikleri bölgelerde üretici duruma getirilmesi kısa vadede mümkün olmamış, ancak sonraki yıllarda ülke ekonomisinin hatırı sayılır düzeyde ilerleme göstermesinde önemli katkıları olmuştur. Özellikle bu katkı Ege bölgesinde görüldü. Yabancı ekonomi uzmanlarının, Rum nüfusun ayrılmasından sonra Ege bölgesinin eski ticari canlılığını yitireceği yolundaki savlarını çürütmek için, “ulusal coşkuyla” yoğrulmuş çabaların önemli bir yeri olmuştur (Koraltürk ‘Mübadele…. 1997: 184). En fazla Rumun terkettiği şehir olan İzmir’de bu coşkunun ürünü olarak, belediye bir tebliğ ile sokak, meydan, çarşı, pazar ve umuma açık diğer yerlerde satıcıların, kayıkçı, arabacı, hamal gibi esnafın Türkçeden başka bir dille satış yapmalarını ve bağırmalarını yasakladı (Koraltürk İşgücü…. 2008: 39). Bu yasaklar Türkiye’nin her yerinde uygulanmaya başladı ve kısa sürede çıkarılan birçok kanunla, Türk burjuvazisinin oluşmasına engeller kaldırıldı.

Yunanistan’dan gelen mübadiller nüfusun homojenleştirilmesi yönünde araçsallaştırılırken, Türkiye’yi terk eden Rumların yarattığı boşluklar ekonomiyi, Türkleştirme çabalarının önemli itici gücü olmuştur.

Gidenler ve gelenler her iki ülke açısından da “ulus olmanın gerekliliği” uğruna demografik yapı içerisinde Türkeşleştirilmişlerdir. Türkiye’de ise bu türdeş nüfus olgusu Kürt isyanlarıyla tekrar gündeme gelecek ve burada İslâmi aidiyetler tamamen terk edilerek, “Türklük” Kürtleri “eritme kazanı” içine almanın itici gücü durumuna gelecektir.

 

III. Cumhuriyet dönemi Kürt isyanları ve iskân

       III.1. Türklüğün yeni formülasyonu ve Kürt isyanları

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulus inşası sürecinin ilk aşaması nüfusu niceliksel olarak Türkleştirmekti. Ancak Türklük, ülkedeki gayrimüslim nüfus göz önünde bulundurulduğunda tek başına itici güç olmayacak ve dinî duygularla da beslenecekti. Müslüman-Türk vurgusu, nüfusu homojenleştirmede ve Rumların ekonomik alandaki güçlerini kırmada etkinlik kazanacak, aynı zamanda Yunanistan’dan getirilecek kitleler açısından düşünüldüğünde, İslâmi ortak mirasa da vurgu yapılarak, onları Türkleştirmekte önemli bir rol oynayacaktı.

Kürtler içinse durum farklıydı. Kürtleri ayrı bir millet ve kültür olarak görmeyen Cumhuriyetin kurucuları, Kürtleri Türkleştirme adına Müslümanlığı araçsallaştırmak yerine, siyasî ve sosyal alandaki İslâmi ektiyi kısıtlayıcı tedbirlere başvuracaklardır.  Kürt isyanlarının örgütlenmesinde, bütün Kürt isyanları için aynı düzeyde olmasa da, İslâm’ın örgütleyici bir unsur olarak kullanılması, devletin asimilasyon aracı olarak Müslüman-Türk vurgusu yerine Türklük vurgusunu daha da radikal bir düzeye çıkartmıştır. 1924’ten sonra, nüfusun “türdeş vatandaşlardan” oluşturulması çalışmalarında yeni bir dönem başlayacak, Müslüman-Türk nüfus anlayışından uzaklaşılarak Türklük ortak paydası söylemi ağırlığını arttıracaktır.

İmparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde Türkçülüğü formüle eden Ziya Gökalp, bunu üç ana unsura dayandırmıştır. Gökalp bu üç unsuru;  kültürel ideal (mefkure), toplumsal dayanışma (tesanüd), ve millî birlik olarak ifade etmiştir. Gökalp’a göre, ulusal topluluğu oluşturan bireylerin etnik kökenleri ve kimlikleri pek önemli değildir, ulusal topluluğun üyesi olmak için gerekli temel ölçüt kültürdür.  Bu olgudan yola çıkan Gökalp, İslâm dinini, toplumsal dayanışmanın yaratılmasında işlevi olan bir tür ahlâki normlar sistemi olarak görüyordu.

1906 Osmanlı nüfus sayımının verilerine göre sokaktaki her 5 kişiden birinin gayrimüslim olduğu bir toplumdan, 1927’de Cumhuriyet yönetiminin yaptırdığı ilk nüfus sayımındaki sadece 40 kişiden birinin gayrimüslim olduğu bir noktaya gelinmiştir. On yıllık savaş, tehcir ve mübadele sonunda Türkiye nüfusu dinsel bakımdan homojen bir yapıya bürünmüştür. Bu noktada, Gökalp tarafından sistemleştirilen Türk milliyetçiliği anlayışından bir ideolojik kopuşun gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Gökalp’ın, ulusal topluluğa dahil olma ölçütünü kültür (hars) ve vatandaşlık olarak gören model büyük ölçüde revize edilmiştir. CHP ideologları bunun yerine, topluluğa ait olmanın ölçütünü “Türk etnik gurubuna ait olmak”la değiştirmişlerdir (Aktar 2000: 60-63). Süreç içerisinde devlet, politik kimliğin İslâmi sembollerine karşı durma işlevi görebilecek ve hâlihazırda Cumhuriyet yurttaşlarının büyük çoğunluğunu içine alabilecek bir Türk kimliği tanımına artan bir ilgi gösterdi. Hükümetin laiklik hedefi, kendisini Sevr’den Lozan’a taşıyan milliyetçi hareketin “Müslüman Mutabakatı”nı da dinamitledi. Kürt kimliği sorusu, ulusal mücadele boyunca ortak Müslüman kimliği yolundan geçti ama devletin laiklik eğilimleri daha belirgin hâle geldikçe, Müslümanlığa vurgu yapmak zorlaştı. Şeyh Sait isyanı ve peşi sıra patlayan bir dizi ayaklanma, gittikçe laikleşen bir devlete “Kürt sadakati”ni muhafaza etmenin zorluklarını ortaya serdi (Eıssenstat 2007: 48).

Mustafa Kemal, Ankara hükümeti kurulmadan önce, Anadolu’daki Müslüman-Türk birliğini sağlama çabasıyla birçok Kürt aşiretiyle irtibata geçerek destek aramıştır. “Türk-Kürt uzlaşması”nın ilk işareti kendisini 1919’da Erzurum Kongresi’nde göstermiş ve Kongrenin 56 delegesinden 22’sini Kürtler oluşturmuştur. İslâm ve “Osmanlı yurtseverliği” Kürtler ve diğer delegeler arasında önemli bir bağ kurmuş, Kürtlerin Heyet-i Temsiliye’de yer alması sağlanmıştır. Mart 1920’de İslamî dayanışmayı ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına muhalefeti vurgulayan bir bildirge, 22 Kürt aşiretinin reisleri tarafından imzalanarak kamuoyuna duyurulmuş ve ilk mecliste Kürtler 74 milletvekili ile temsil edilmişlerdir. Ancak birçok Kürt aşireti bu birliğe sıcak bakmayarak farklı bölgelerde ve tarihlerde ayrı devlet veya özerk bölge talepleriyle ayaklanmışlardır. Dönemin konjonktürünün yarattığı elverişli koşullarla beraber, Ali Batı Aşireti, Bahtiyar Aşireti, Milli Aşireti ve Koçgiri Aşiretleri ayaklanmış, ancak bu adı geçen ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırıltır.

Bu ayaklanmalar Kürtler arasında genel bir ayrılma eğiminin ifadesiydi. Ancak Kürt aşiretlerinin büyük çoğunluğu, ilk etapta Ankara Hükümetini desteklemişlerdi. Kemalist hükümet her ne kadar “Kürt-Türk kardeşliği” vaatlerini yerine getirmediyse de, Kürt vilayetleri için öngörülen yerel özerklikler olasılığını, en azından 1923’e kadar yok saymadı. 10 Şubat 1922’de TBMM’de Kürdistan için özerklik tartışıldı ve Mustafa Kemal, 1923 gibi ileri bir tarihte İzmir’deki basın toplantısında, Kürdistan için bir özerklik prensibini değil, Kürt vilayetlerinin de içinde bulunduğu Türkiye’nin farklı vilayetleri için yerel özerklikler prensibini uygun gördüğünü açıkladı (Bozarslan 2006: 103).

İnönü’nün Lozan’da muhataplarına “Kürtleri de temsil ettiği”ni kabul ettirmesi ve Kürtlerle Türklerin aynı sınırlar içinde bir devlet kurabileceklerini onaylatması, Kürt sorunun uluslar arası niteliğini kaybetmesine yol açmıştır. Umutları kırılan Kürt liderler bir süre daha Ankara hükümetiyle “iyi ilişkiler” içinde olmuşlar fakat 1924 Anayasasının Kürtleri siyasal ve sosyal olarak dışlamasıyla daha sert tutumlar takınmaya başlamışlardır.

Yeni anayasanın kabulü ve halifeliğin kaldırılmasının Kürt eşrafı için çok daha büyük bir anlamı vardı: Kürtlüğün daha önce İslâm’la özdeşleşmesini sağlayan ve Kürt-Türk ittifakının tek garantisini oluşturan din kardeşliğinin sonu anlamına geliyordu bu. Şeyh Sait Kürt ulemasına ve aşiretlerine yolladığı bir mektupta hilafetin bağlayıcı unsur olarak gördüğünü şu ifadelerle açıklamaktadır: “Daha önce ortak bir hilafetimiz vardı ve bu, bizim dindar halkımıza, Türklerle aynı topluluğun bir parçası olmanın derin bir hissiyatını veriyordu. Hilafetin ilgasından beri bize kalan tek şey Türk baskısıdır” (Bozarslan 2006: 109). Ancak bu isyanı sadece hilafetin kaldırılmasına bir tepki olarak görmek pek doğru görünmemektedir. Bu isyan aynı zamanda yeni kurulan devlete eklemlenmeğe karşı ilk büyük milliyetçi Kürt ayaklanmasıdır. 13 Şubat 1925’te başlayan ve 15 Nisan 1925’e kadar devam eden Şeyh Sait İsyanı, aynı zamanda 1938 yılına kadar sürecek Kürt İsyanlarının tetikleyicisi olmuştur.

Cumhuriyet’in ilanından 1938’e kadar birbirinin devamı olarak nitelendirilebilecek 17 Kürt ayaklanması yaşanmıştır. Bu ayaklanmalar Genelkurmay Belgelerindeki kronolojik sıraya göre, Nasturi (1924), Şeyh Sait (1925), Raçkıtan ve Raman (1925), Sason (1925), Ağrı (1926), Koçuşağı (1926), Mutki (1927), İkinci Ağrı (1927), Asi Resul (1929), Tendürük (1929), Savur (1930), Zeylan (1930), Oramar (1930), Üçüncü Ağrı (1930), Pülümür (1930) ve Dersim (1937–1938) ayaklanmalarıdır (Genelkurmay 1972: I-IV).

Şeyh Sait isyanın milliyetçi özellikleri devlet tarafından son derece önemsenmiş, “Kürdistan’ı kaybetme” korkusu, Fırat Nehri’nin batı yakasının savunulması ve Türkleştirilmesi, Türkiye Cumhuriyetinin uzun dönemli stratejik amacı olmuştur. 1925 Kürt ayaklanmasına yeni Türk devletinin tepkisi, Osmanlı dönemindeki klasik davranış tarzına uymuyordu. Ankara Hükümeti, Şeyh Sait isyanının bastırılmasını, “toplumsal veya etnik huzursuzluğun” bastırılması olarak değil “Türklerin bir mefkûre için ilk savaşı” olarak tanımlamıştır. İsyanı ezmek için kullanılan geniş baskı aygıtları artık devlet ile Kürtler arasındaki tahakküm ilişkilerinin Kürtlüğün sistemli imhasının, marjinalizasyonunu ve aşağılanmasını içereceğini açıkça gösteriyordu (Bozarslan 2006: 115-117).

III.2. Kürt aşiretlerinin zorunlu göçü

Şeyh Sait isyanından sonra Ankara Hükümeti Kürt İslamcı-milliyetçi hareketlerini nötralize etme ve isyanların çıktığı bölgeleri Türkleştirmek adına zorunlu göç politikasına başvurmuş ve güç kullanarak yüzlerce Kürt ailesini batıya yerleştirmiştir.

İsyanın bastırılmasından sonra bölgede sakıncalı olarak görülen kişi, grup ve aşiretlerin batıya yerleştirilmesi kararlaştırılmış, bu uygulamalar 20 Nisan 1925 tarih ve 134 sayılı Heyet-i Umumiye kararına dayanarak gerçekleştirilmiş, ancak asıl kanun 19 Haziran 1927 tarihinde 1097 sayılı “Bazı Eşhasın Şark Menatıkından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun” adıyla çıkartılmıştır. Şeyh Sait İsyanı sonucu verilen kayıplara ilişkin her hangi bir kayıt bulunmamakla birlikte, bazı kaynaklarda yer alan rakamlara göre isyan sonucunda; 206 köy yıkılmış, 8752 ev yakılmış, 15.206 kadın, erkek ve çocuk öldürülmüştür. Süreyya Bedirhan’ın iddiasına göre ise Türk hükümeti tarafından öldürülen ya da göçe zorlanan Kürtlerin sayısı 1 milyondur. Konuya ilişkin olarak tarihçi Chirguh’a göre; 1925–1926, 1926–1927 ve 1927–1928 kışları boyunca 500.000’den fazla kişi göç ettirilmiş ve bunlardan 200.000’i Batı Anadolu’ya zorunlu göç esnasında hayatlarını kaybetmiştir (Yüksel 2007: 96).

 

(https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-170)

Kürt isyanları karşısında devletin uyguladığı politikalar, hukukî ifadesini Şark Islahat Planında bulmuştur. Bu plan, daha sonra çıkarılacak birçok kanunun temelini teşkil edecektir.

24 Eylül 1925’te bakanlar kurulu kararı tarafından hazırlanan Şark Islahat Planının bazı maddelerini Belma Akçura şöyle özetlemektedir:

– Kürt isyanını yönlendiren ve yönetenlerle bunların yakınları, yandaşları ve aşiret reislerinden, hükümetin doğuda kalmalarını uygun görmediği kişi, aile ve gruplar batıda hükümetin göstereceği yerlere gönderileceklerdir.

– Hakkari, Van, Siirt, Bitlis, Malatya, Muş, Elazığ, Dersim, Genç, Ergani, Bayazit vilayeti ile Pülümür, Hınıs, Kiğı kazalarında, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmaktan cezalandırılacaklardır.

– Olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde yerli hakim bulunmayacaktır.

– Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısına, Ermenilerden kalan araziye Türk göçmenler yerleştirilecektir. Bunun için sıkıyönetim bölgesindeki illerde bulunan Ermeni malları satılmayacak ve Kürtlere kiraya verilmeyeceklerdir.

– Kürtler yerleştirildikleri Ermeni topraklarından çıkartılarak eski yerlerine gönderilecek veya batıda iskân edileceklerdir.

– Şarka mefkûreli ve muktedir Türk görevliler gönderilecek, ikinci derece memurluklara da Kürt memur atanmayacaktır (Akçura 2008: 49-50).

Ayrıca Islahat Planının diğer maddelerinde

– Rize, Trabzon ve Erzurum’un kuzeydoğusundaki kazalarda yaşayanlar da (Lazlar ve Gürcüler), eğer isterlerse, göçmenlere tanınan haklardan faydalanarak, Hınıs Çayı ve Murat Vadisi’ne ve Van Gölü’nün kuzey bölgesine nakledileceklerdir ve masraflarını da devlet karşılayacaktır.

– Aslen Türk olan, fakat Kürtlüğe asimile olmak üzere bulunan bölgeler ile Siirt, Mardin ve Savur gibi halkı Arapça konuşan bölgelerde Türk Ocakları ve okulları açılacaktır (Yeşiltuna 2006: 44).

Şark Islahat Planı, hızla yükselen Kürt Milliyetçiliğine ve Doğu illerinde Türk nüfusunun Kürtleşmesine karşı başlatılan bir Türkleştirme programıdır. Programın temel uygulamalarını, isyana katılan Kürt aşiretlerinin batıya zorunlu göçü ve stratejik öneme sahip bölgelere, Türk nüfusunun yerleştirilmesi oluşturmaktadır. Planın bir diğer önemli husus, Hamidiye Alaylarıyla beraber Ermenilere karşı yürütülen operasyonlarda Kürtlerin elde ettikleri Ermeni arazilerinin tamamına yakınına el konarak, buralara Türk nüfusunun yerleştirilmesidir. Ermeni tehcirinde önemli roller üstlenmiş Kürt aşiretleri bu plan doğrultusunda, Ermenilerin yaşadığı tehcire benzer bir uygulamayla karşı karşıya kalmışlardır.  Buralarda bulunan Kürt aşiretlerin “Müslüman-Türk Birliği” döneminde bölgede elde ettikleri ekonomik-siyasal güçleri, yeni devletin nüfusu homojenleştirmede uyguladığı Türkleştirme politikası kapsamında tamamen yok oluyordu.

Belirlenen bölgelerden Kürt zorunlu göçünü öngören düzenleme 1927 tarih ve 1097 sayılı yasa ile belirlenmiştir. Bu yasa ilk etapta 1400 kişi, 80 asi aile ve isyanlara katılan ağır ceza mahkumlarının batıya yerleştirilmesini öngörüyordu (Beşikçi 1992: 434). Adı geçen yasa kapsamında kaç kişinin hangi bölgelere yerleştirildiği konusunda bilgi vermek çok güçtür. Zira bu konudaki belgelerin bulunduğu arşivler hâlen araştırmacılara açılmamıştır. Yasa gereğince Kürtlerin yaşadığı bölgelere yönelik olarak, Cumhuriyet rejimi ilk zorunlu göç uygulamasını (yasal olarak) gerçekleştirmiştir.

İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Clerk’in  Dışişleri Bakanı Chamberlain’e yazdığı 12 Ocak 1927 tarihli raporunda, “…bağlılık göstermeyen kimseler yola getirilene kadar mahkemelere gerek duyulacak… Aşiretleri parçalama, silâh toplama ve liderlerin sürgün edilmesi politikasına devam ediliyor… Kürtlerin göçüyle boşalan alanlara, Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkaslardan Müslüman göçmenlerin yerleştirilmesi umuluyor…” (Şimşir 1975: 99) ifadelerine yer verilmiştir. Büyükelçi Clerk, 22 Haziran 1927 tarihli bir başka yazısında; kabul edilen yeni yasanın Türk Hükümetine istediği sayıda insanı doğu vilayetlerinden diğer bölgelere nakletme yetkisi tanıdığını, hükümetin, ayaklanma bölgelerinden özellikle Beyazıt’tan 2 bin kadar aileyi batıya sürebileceğini rapor ediyordu (Şimşir 1975: 105).

1927 yılındaki göç kanununa bağlı olarak, belirlenen Kürtlerin iki ay içinde batıya yerleştirilmeleri öngörülmüştü. Ancak altı ay sonra yapılan bir düzenlemeye göre, batıya gönderilen kişilerden “ Şeyh Sait vakası ve müteakip şekavet hâdiseleriyle bilfiil alâkadar olmayan ve naklolundukları mıntıkalarda suiahvali görülmeyenlerin” Bakanlar Kurulu kararıyla yerlerine dönmekte özgür bırakılacakları hükme bağlanmıştı. Üç ay içinde hükümete teslim olacak “şaki”lerin ailelerinin de bu olanaktan yararlanabilecekleri belirtilmiştir (Tunçay 1981: 174). Ancak devletin “af yasası” çıkarması, ne zorla göç ettirilen Kürtlerin yaşadıkları bölgelere gelmelerini ne de haklarında yakalama emri olan Kürt asilerin teslim olmalarını sağlamıştır. Bu yasa bir anlamda devletin isyanlar karşısında “yumuşadığının” ifadesiydi, ancak birçok Kürt aşireti bu yasaya 2. Ağrı İsyanıyla cevap vermişlerdir.

Ağrı ayaklanmalarından 1934 İskân Kanunu’na kadar geçen süre içinde bir takım iskân tedbirleri daha alınmıştır. 1931 yılında Ağrı isyanın bastırılmasından sonra, devletin isyancıları ve ailelerini zorla batı illerine sürme politikası devam etmiş, sürgün edilenlerin çoğu Trabzon ve İstanbul’a gönderilmişlerdir.

1934 yılına kadar iskân alanlarında yapılan düzenlemeler, dışarıdan getirilen göçmenlerin yerleştirilip, üretici bir hâle getirilmelerinde nispeten başarı sağlanmıştır. Fakat iskânla çözümü hedeflenen tarımın canlanması, nüfus, güvenlik gibi konularda çözüm getiremediği gibi, vatandaşlık kavramındaki belirleyici kriterlerde meydana gelen değişiklikler doğrultusunda, bir ulus devletin gereği olarak kabul edilip gerçekleştirilmesi arzulanan eğitim, dil, kültür, nüfus gibi alanlardaki “kaynaşma” ve homojen yapı sağlanamadı.

Şeyh Sait isyanına katılmayan ve çoğu yerde tarafsız kalan Dersim Kürtleri (veya Alevileri) üzerinde devlet kalıcı “ıslah çalışmaları” yapamamıştır. 1928 yılı Temmuz ayında Dersim’i gezmiş olan Birinci Umumî Müfettiş İbrahim Tali Bey 1930’da İçişleri Bakanlığına gönderdiği raporda; “Dersim’de ve bilhassa Garbi Dersim’de eskiden kalma iyi bir aşiret teşkilatı vardır… Yirmi otuz senedir tedip edilmemiş [cezalandırılmamış] aşiret yoktur. Fakat hiçbirisinden müspet netice alınamamıştır… Üzerinde harekât yapılmış olan aşiret yine eski itiyadında [alışkanlıklarında] devam eder durur. Çünkü kendileri yine orada, muhit yine o muhittir” demekte ve öneriler kısmında  “Seyit, rüesa [reis] ve halifeleri umumiyetle Dersim’den çıkarılarak vatanın aksayı Garbına [en batı ucuna] göndermeli, tekmil [bütün] silahlar alınmalı, adliyece aranılan suçlular tutulmalı, magsubat [gaspedilenler] kurtarılmalı, eski ve yeni vergiler aranmalı, topraksız ve şuna buna kul olmuş fukara yine Garba [Batıya] nakil olunarak buralara yerleştirilmeli, dağ başlarında ve hakim noktalardaki münferit evler ve köyler yakılmalı ve ahalisi herhâlde Batıya nakledilmeli ve dağlık olmayan yerlere yerleştirilmelidir” ifadeleriyle Dersimi büyük oranda tahliye etmek gerektiğini söylemiştir (Bulut 2005: 227-230).

25 Aralık 1935’te çıkarılan Tunceli (Dersim) ilinin idaresi hakkındaki kanuna göre; Dersim valisi bakanların sahip olduğu bütün yetkilere sahip oluyor ve Dersimde lüzum gördüğü kişi veya aileleri şehir dışına sürebiliyordu (Akçura 2008: 68). Dönemin valisi, isyanlara katılan ve isyan edebileceği şüphesi bulunan birçok şahsı ve aileyi batı illerine sürgün ederek, yerlerine batı illerinden getirilen aileler yerleştirmiştir.

Ayrıca İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, batı illerinde iskân edilmesi gereken ağaları belirlemiş ve 347 ailenin adının yer aldığı listeyi rapora ek olarak sunmuştur. Rapor uyarınca Tekirdağ iline 76, Edirne iline 38, Kırklareli’ne 56, Balıkesir’e 65, Manisa’ya 73, İzmir’e 34 aile olmak üzere 3470 kişi için, 3000 TL ödenek ayrılarak sürgün kararı alınmıştır (Yüksel 2007: 99).

III.3. 1934 İskân Kanunu

1934 yılından önce de Türkiye’de çeşitli yerleştirme kanunları hazırlanmıştır, ancak hiç biri 2510 sayılı yasa kadar geniş kapsamlı ve ayrıntılı değildir. 1934 İskân Kanununun amacı yalnızca nüfusu bir yerden alıp başka bir yere aktarmak değildir. Aynı zamanda bu yasa, Kürt ayaklanmalarına karşı geliştirilen bir önlem, nüfusu tek bir millet kimliği etrafında Türkleştirmek ve isyan eden Kürt aşiretlerini bölgeden uzaklaştırarak nötralize etmektir. Yasanın temelini oluşturan uygulama, başvurulabilecek “en etkili” yöntemdi. Bu yöntem isyan bölgelerini Kürt nüfusundan arındırmak veya bu nüfusu bölgeye yerleştirilecek başka unsurlarla eritmekti.

Yasa aynı zamanda yurt dışından gelen göçmenlerin yerleştirilmesiyle ilgili birçok hüküm taşırken Türklük kavramına da açıklık getiriyor ve Türk kültürüne bağlı olmayanları da belirliyordu.  Yasanın 4. Maddesinde Türk kültürüne bağlı olmayanların muhacir olarak kabul edilmeyeceği belirtilerek, Türk kültürüne bağlı olmayanlar; anarşistler, casuslar, göçebe Çingeneler, memleket dışına çıkarılmış olanlar olarak sıralanıyordu.

Yasanın hazırlanmasındaki amaç ise şu cümlelerle ifade edilmiştir;

“…Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için Devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun ona verdiği her türlü hakları kullanmakta olanları Türkiye Cumhuriyeti uygun görmezdi. Bunun içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet, hiçbir Türk’ün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez…” (Zabıt Ceridsi IV. Devre 14-06-1934: 8)

Yasanın 1. Maddedesinde “Muhacir ve mültecilerle göçebelerin ve gezginci Çingenelerin yurt içinde yerleştirilmeleri; Türk kültürüne bağlılık ve nüfus oturuş ve yayılışının düzeltilmesi amaciyle Bakanlar Kurulunca yapılacak programa uygun olarak İçişleri ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca tertiplenir” (adalet.com…) denilmekteydi.

2. Maddede ise Türkiye iskân bakımından 3 bölgeye ayrılıyordu; 1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü (yoğunlaşması) istenilen yerlerdir. 2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir. 3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikâmeye yasak edilen yerlerdir” (Düstur 3. Tertip 1934: 1156).

Daha sonra bu bölgeler şu şekilde belirlenecektir:

“1. Mıntıka; Erzincan, Malatya, Gaziantep Vilayetleri, Kars vilayetlerinin Iğdır, Tuzluca, Kağızman, Sarıkamış kazaları, Erzurum vilayetinin Hınıs, Pasinler, Çat, Tercan, Kazaları, Sivas vilayetinin Zara, Hafik, Kangal, Gürün, Divriği kazaları, Kayseri vilayetinin Pınarbaşı kazasını ihtiva etmektedir. Diğer vilayet ve kazalar da iki numaralı mıntıkayı teşkil etmektedir. 3. Mıntıkalar Ağrı, Sason, Tunceli ve Zeylan” (Nüfus Umum Müdürlüğü 1935: 19-20).

Aynı zamanda Kanun, halkı üç gruba ayırmaktadır: Türkçe konuşan ve Türk etnisitesinden olanlar, Türkçe konuşmayan fakat Türk kültüründen sayılanlar ve ne Türkçe konuşan ne de Türk kültürüne ait olanlar. Kanun ve öncesindeki tartışmalar, Kürtlere herhangi bir gönderme yapmıyordu ama Türk kültürüne ait olmama ve Türkçe konuşmama Kürtleri ve Arapları tanımlamak için kullanılıyordu.

Yasanın 11. Maddesi Türkleştirme projesinin tümden özetler niteliktedir.

“Madde 11 :  A: Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri [tekeline almaları] yasaktır.

B: Türk Kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk Kültürüne bağlı olup ta Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında, harsî, askerî, siyasî, içtimaî ve inzibatî sebeplerle, icra vekilleri heyeti kararı ile Dahiliye Vekili, lüzumlu görülen tedbirleri almaya mecburdur. Toptan olmamak şartı ile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan ıskat etmek [çıkarmak] de bu tedbirler içindedir.

C: Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırları içindeki bütün nüfus tutarının % 10’unu geçemez. Ve ayrı mahalle kuramazlar” (Düstur 3. Tertip 1934: 1158-1159).

1935 yılında Nüfus Umum Müdürlüğü tarafından “Geçen Dört Yılda Yapılan Ve Gelecek Dört Yıl İçinde Yapılacak İşler Hülasası” adı altında hazırlanan bir raporda 1 numaralı iskân mıntıkasına 250.000’lik bir kitlenin yerleştirileceğinden bahsedilmektedir (Nüfus Umum Müdürlüğü 1935: 44-46).

İskân Kanunu sonrasında, Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiş, bu göçmenlerden sadece 8071’i doğu illerine yerleştirilmiştir. Bu göçmenler 10 yıl sonra batı illerine göç edeceklerdir (Yeşiltuna 2006: 91). Doğu illerine (diğer adıyla 1. mıntıkaya) bu kadar az sayıda muhacirin yerleştirilmesinin amacı Kürtleşmelerinin önüne geçmektir. Türk kültürünün bölgeye nüfuz etmesi, Türk kültürünü yurt dışından gelen muhacirlere göre daha belirgin olarak yaşatan  kitlelerin buralara yerleştirilmeleriyle olanaklıydı.

Kürtlerin, yasada geçtiği tabirle “anadili Türkçe olmayan nüfusun” batı illerine yerleştirilmesi konusunda da ivedilikle çalışmalar başlamış Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum, Elazığ, Kars, Malatya, Mardin, Çoruh illerinden 5.047 hanede 25.831 nüfus Batı Anadolu’ya zorla göç ettirilmiştir (Tekeli 1990: 63). Batıya göç ettirilen kitleler özellikle isyanlarda aktif rol oynamış aşiretlerden seçilmekteydiler.

Yasayla beraber, Anadolu’nun demografik yapısı etnik düşüncelerle yeniden düzenleniyor ve Türk olmayan etnik unsurların karşılıklı yaptırılacak bir göç hareketi ile “Türkleştirilmesi” öngörülüyordu. Bu iş, Türk olmayan unsurların Türk yoğunluğunun fazla olduğu yerlere yerleştirilmesi, ya da bu göç olayını tersine işletmek sureti ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Her iki durumda da, amaç Türk olmayan unsurların Türk kültürünü benimsetmektir (Yeğen 2002: 44).

 

2510 Sayılı İskân Kanunu ile Türkiye’deki toplumsal yapı, milliyetçi ideolojinin bir yansıması olarak “ırk“ temeline dayalı bir ayrıştırmaya tabi tutulmuştur. Yasa her ne kadar Türkiye dışından gelen muhacirlerle ilgili birçok hükmü içerse de, hazırlanmasındaki temel itici güç, Kürt isyanları karşısında devletin “kalıcı” ve “etkili” düzenlemelere gitme isteğidir.  Devletin Kürtler için düşündüğü kalıcı girişimler ise zorunlu göç ve “eritme kazanı” içinde Kürtleri “türdeş vatandaşlar” programına uygun olarak asimile etmektir.

Bu yasanın bazı değişikliklere uğrayarak da olsa, hâlen yürürlükte olması, bir anlamda Kürtleri zorunlu iskânlarla Türkleştirme projesinin başarısızlığının da ifadesidir. Başarıya ulaşamayan zorla göç ettirme politikası, 1990’lı yılarda da Kürtler üzerinde nötralize etme aracı olarak kullanılmış, ancak Kürtleri “Türkleştirmek” yerine, tam tersi milliyetçi Kürt karşı duruşunu güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu yıllarda “güvenlik gerekçesiyle” köy boşaltmalar bölgeyi daha güvenli hâle getiremediği gibi, batı illerine göçe zorlanan Kürtler milliyetçi karşı duruşlarını buralara yayma fırsatı bulmuşlardır.

Sonuç

Fransız devrimi sonrası yükselen milliyetçi-ulusçu hareketler, Osmanlı İmparatorluğunu zor durumda bırakmış, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra güçlenen bağımsızlık yanlısı hareketler karşısında İmparatorluk, Osmanlı vatandaşlığı, Osmanlıcılık gibi yeni açılımlar sağlamaya çalışmış ancak uzun vadede başarılı olmamıştır. Fransız devriminin yarattığı bu yeni durum, Osmanlı Devletinin merkezi ekonomik sisteminin yarattığı baskıcı ortamla birleşince, Balkanlarda yükselen milliyetçi hareketler kendilerini Osmanlı-Müslüman karşıtlığıyla varetmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğunun Kafkaslarda yayılma siyasetinin aracı olan “Müslümanlık”, Rusların bölgede uyguladığı zorla Ruslaştırma-Hıristiyanlaştırma politikası karşısında daha da baskın hâle gelmiş, ancak savaşta alınan yenilgilerle beraber Osmanlı yöneticileri Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen Müslümanları Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iskân etmeye başlamışlardır. 1800’lü yılların ilk çeyreğinden 1900 yılının başlarına kadar iki milyondan fazla bir nüfus Anadolu’ya yerleşmiştir ki, İTC iktidarıyla beraber Anadolu’nun Rumlar ve Ermenilerden arındırılması projesinde bu unsurlar büyük roller üstlenmişlerdir.

Osmanlıcılık ortak paydası, yaşanan savaşlar ve göçlerle beraber anlamını yitirirken, Anadolu’ya yapılan göçleri belirleyen temel anlayış Müslüman-Türklük olmuş, ancak İTC Osmanlı siyasetinde güç kazandıkça, Osmanlı topraklarına gelen muhacirler farklı bir anlayışla tasnif edilmeye başlanmıştır. 1908’den sonra İTC’nin ekonomide ve sosyal yapıda Türkleştirme politikalarını hızlandırmıştır. Bununla beraber demografik yapıda da Türkleştirme çabalarının bir ürünü olarak zorunlu göçlere başvurmuşlardır. Bu uygulamanın en ağır sonuçlarını Ermeniler ödemişlerdir. Anadolu’da yaşayan bir buçuk milyona yakın Ermeni zorla tehcir ettirilerek nötralize edilmiş, bu uygulama sırasında birçok katliama maruz kalmışlardır. Ermenilerden çok az bir nüfus tehcir bölgelerine varabilmiştir. Ermenilerle beraber Rumlar da nüfusu homojenleştirme projesi kapsamında, Anadolu’nun stratejik öneme sahip bölgelerinden uzaklaştırılmaya çalışılmış ve birçok Rum Yunanistan’a giderken, Anadolu’nun batısında yaşayan 90.000’i aşkın Rum da doğu illerine göç ettirilerek “etkisiz hâle” getirilmişlerdir.

Demografi mühendisliğinin uluslaşmanın ardındaki itici güç hâline geldiği 20. yüzyılın başlarında, Osmanlı Hükümeti Müslüman-Türk, Yunan Devleti Rum, Bulgar Devleti Bulgar kitleleri,  otoriter rejimlerini sağlamlaştırmak için araçsallaştırmışlar, adı geçen kitleler gün geçtikçe kırım ve felaketlere uğramışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti ve Yunan Devletinin kurulmasıyla beraber bu durum değişmemiş, iki devlet sınırlarında yaşayan ve “sakıncalı” gördükleri kitleleri karşılıklı olarak mübadele etmişlerdir. Türkiye her ne kadar nüfusunun azlığından bahsedip, Balkanlarda yaşayan Müslüman kitleleri Anadolu’ya getirerek kısa vadede nüfusun artacağını varsaysa da, Anadolu’dan giden Rumların, Yunanistan’dan gelen Müslümanların bir kat fazlasını oluşturması, Türkiye nüfusunun 500.000 kişi azalmasına sebep olmuştur.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında Müslüman ortak payda Kürtleri Anadolu direnişine katmış ancak bu “ittifak” Lozan’la beraber gergin bir noktaya girmiş, 1924 Anayasasının kabulü ve Saltanatın kaldırılmasıyla Kürtler yeni cumhuriyete karşı bir dizi ayaklanmalar gerçekleştirmişlerdir. Ankara Hükümeti Kürtleri Türleştirme projesinin bir ürünü olarak batı illerinden belirlediği birçok aileyi, pilot bölge olarak seçilen Kürt bölgelerine yerleştirmiş, sakıncalı görülen Kürt aşiretleri de batı illerine sürülmüşlerdir.

Devlet, nüfusu tek bir etnik kimlik etrafında toplamak için radikal uygulamalara gitmiş, bu uygulamalar 1934 İskân kanunuyla yasallaştırılmıştır. İskân kanunu Türkiye dışından gelen muhacirlerin Türklük bilincine nasıl entegre edileceklerini belirtirken, “Türkçe konuşmayanlar” olarak ifade edilen Kürtlerin zorunlu göçlerle asimile edilebilecekleri ifade edilmiştir. Hazırlanan yasayla beraber, birçok Kürt aşireti batı illerine sürülmüş, batıdan da getirilen göçmenler sakıncalı görülen Kürt bölgelerine yerleştirilmiştir.

1908 yılında İTC İktidarıyla beraber Anadolu nüfusu homojen bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmış, bu süreç Anadolu-Yunan savaşıyla beraber askıya alınmışsa da, savaşın bitimiyle beraber tekrar gündeme taşınmıştır. Hıristiyan Rumlar karşısında Müslüman-Türtlük araçsallaştırılmış, Rumlar Anadolu’yu terk ettikten sonra, Müslüman-Türklük terk edilerek Türkleştirme çalışmaları olduğu yerden devam etmiştir. Devletin Türkleştirme çabalarıyla beraber Kürt İsyanları yaygınlaşarak sürmüştür. Devlet bu isyanlara karşı zorla göç politikası yürütmüş ve isyan eden Kürt aşiretler nötralize edilmeye çalışılmıştır. Zorla göç ettirme politikası nüfusu homojen bir yapıya kavuşturmadığı gibi Kürt milliyetçi hareketlerin uzun vadede güçlenmesiyle sonuçlanmıştır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesine kadar geçen sürede nüfusu homojenleştirme çabaları çeşitli safhalardan geçmiş, ancak uzun vadede Anadolu’da yaşayan halklardan türdeş vatandaşlar oluşturulamamıştır. Devletin güçlü bir millî (Türk) ekonomik elit oluşturamaması, ve kapitalist ekonomik sistemine eklemlenmeye çalışmasının yarattığı sonuçlar, etnik aidiyetlerin önüne geçmiş, ancak buna rağmen devlet resmi söylemde Türklüğü araçsallaştırmaktan vazgeçmeyerek zorla iskan ve sürgünleri gündeminden düşürmemiştir.      Günümüzde, Ermeni tehcirini, Rum-Müslüman mübadelesini ulus olmanın temel ölçütleri olarak gören anlayış, ulusu aynı zamanda ekonomik yapılanmanın bir ürünü olarak görmekten kaçınmaktadır. Türkiye’nin dünya kapitalist ekonomik sistemine eklemlenmesiyle beraber başlayan ulusal başarısızlığını, Anadolu coğrafyasından gönderilen etnik unsurlarla yakalanan “başarı”yla örtmeye çalışan anlayış, günümüzde hâlen varlığını sürdürmektedir. Bu anlayış, milliyetçi söylemleri Kürtler üzerinde hâlen bir baskı aracı olarak kullanabilmekte ve gerektiğinde doğu illerinde hâlen zorla göç ettirme politikalarına başvurmaktadır. Türkiye’de yaşayan Ermeni, Hıristiyanlara karşı şiddet eylemlerine girişen grup ve şahısları cesaretlendirici, özendirici açıklamalar yapan, yetkileri, konumları, siyasi tutumları farklı şahıs ve kuruluşlar, “tek dil tek millet” söyleminde birleşmektedirler.

Özgür, bağımsız,  bir ulus-coğrafya kurmak çabalarından uzak olan iktidar erki, ulusu-sistemi ayakta tutmak adına hâlen milliyetçiliği araçsallaştırarak otoritesini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Anadolu’nun tek millete ait olmadığı ve etnik çeşitliliğinin kabulü gerçekleşmedikçe, Türkiye’de zorla göç ettirme politikaları her zaman uygulanabilecek bir yöntem olarak güncelliğini korumaktadır.

[1] Bu tablo Balkanlar ve Kırım’dan Anadolu’ya yapılan bütün göçleri içermemektedir. Örneğin 1864 yılında Kafkaslardan Anadolu’ya gelen 500.000’e yakın Çeçen Tablo’da yer almamaktadır.

[2] Bu konuda yapılan çalışmalarda, Anadolu’ya yapılan göçlerin tarihi ve sayıları farklılık göstermektedir. Bir karşılaştırma için Bkz tablo 1. ve tablo 2.

[3]  Bu yönde bir görüş için bkz. Zafer Toprak “Bir Hayal Ürünü: İttihatçıların ‘Türkleştirme Politikası’” , Toplumsal Tarih, Sayı: 146, Şubat 2006, s. 14-22.

[4] Toplam rakam 98.247’dir. Talat Paşa miktarları yanlış hesaplamış, tabloları yayınlayan yazar bununla ilgili not düşmemiştir. Dolayısıyla İstanbul’daki Ermeni nüfusuyla beraber bu sayı 178.247 olacaktır.

[5] Adı geçen kaynakta buradaki toplam aile sayısı yanlış hesaplanarak sayı 99.709 olarak verilmiştir. doğrusu 100.309 olacaktır.

[6] Toplam nüfusta da yanlış hesaplama yapılmıştır. Adı geçen kaynakta bu sayı 380.243 olarak verilmiştir. Doğrusu 381.457 olacaktır.

 

 

Kaynakça

Adanır, Fikret. 2009. “Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme Çarlık Rusyası ve Habsburg İmparatorluğu Arasında Osmanlı’da Vatandaşlık”, Toplumsal Tarih, sayı: 182. Şubat. 2009.

Adanır, Fikret – Kaiser Hılmar. 2009. “Göç Sürgün ve Ulusun İnşası”, Toplumsal Tarih, 186: 18-27, Haziran 2009.

Akçura, Belma. 2008. Devletin Kürt Filmi 1925-2007 Kürt Raporları. Ankara: Ayraç Yayınları.

Akgönül, Samim. 2007. Türkiye Rumları Ulus Devlet Çağından Küreselleşme Çağına Bir Azınlığın Yok Oluş Süreci. Çeviren: Leyla Gürman. İstanbul: İletişim Yayınları.

Aktar, Ayhan. 2000. Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları. İstanbul: İletişim Yayınları. (4. Baskı).

Arı, Kemal. 1995. Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1924). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Augustinos, Gerasimos. 1997. Küçük Asya Rumları, Çeviren: Devrim Evci. Ankara: Ayraç Yayınevi.

Bardakçı, Murat. 2009. Talât Paşa’nın Evrak-ı Metrûkesi. İstanbul: Everest Yayınları. (4. Basım.)

Barkan, Ö. Lütfü. 1980. Harp Sonu Tarımsal Reform Hareketleri. İstanbul: Gözlem Yayınları.

Belli, Mihri. 2006. Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi Ekonomik Açıdan Bir Bakış. İstanbul: Belge Yayınları.

Beşikçi, İsmail. 1992. Doğu Anadolu’nun Düzeni Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: Yurt Kitap-Yayınları.

Bilecen, Tuncay. 2006. “Balkan Harbi Yılları Rum Yerleşimlerine Muhacir İskanı”. Toplumsal Tarih. 156: 32-37. Aralık 2006.

Bozarslan, Hamit. 2006. “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya (1919-1925)”. “İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma” içinde Der: Erik Jan Zürcher. İstanbul: İletişim Yayınları. (3. Baskı.)

Bulut, Faik. 2005. Dersim Raporları. İstanbul: Evrensel Basım Yayın. (3.Basım.)

Düstur. 1934. 3. Tertip, Cilt 15. Ankara: Başvekalet Matbaası.

Eissenstat, Howard.. 2007. Erken Dönem Türk Milliyetçiliğinde Irkçı Düşünce. Çeviren: Ahmet Akşit. Toplumsal Tarih. 165: 46-53.

Engin, Arın. 1961. Atatürkçülük Savaşımızda Türk Kültürü Geçmiş Bilimi Eti Tarih. İstanbul: Atatürkçü Kültür Yayınları. Sayı: 17. Sıralar Basımevi.

Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı. 1972. Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924–1938). Ankara: Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, 1972, s. I-VII.

Hanioğlu, M. Şükrü. 2009. “İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Politikaları Bağlamında Türkçülük, Osmanlıcılık ve Türkleştirme Tartışmaları. Toplumsal Tarih. Şubat 2009 Sayı 182.

Karpat, H. Kemal, 2004. 1878 Sonrasında Güneydoğu Avrupa’da Ulusçuluğun Toplumsal ve Siyasal Temelleri: Bir Yeni Yorum Balkanlarda Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk. Çeviren: Recep Boztemur. İstanbul: İmge Kitapevi.

Kemal, Mustafa. 1997. Söylev. Yayına hazırlayan: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu. İstanbul: Çağdaş Yayınları. (32. Basım.)

Kiracı, Mehmet. 2006. Cumhuriyet Dönemi’nin İlk Göçü Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi”. (YL) Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne. (Yayımlanmamış tez.)

Koraltürk,  Murat. 1997.Mübadelenin İktisadi Sonuçları Üzerine Bir Rapor”, Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi. Cilt: 2. Sayı:6-7.

Koraltürk,  Murat. 2008.İşgücünün Türkçeleştirilmesi ve Türkçe Zorunluluğu, Toplumsal Tarih. 172: 36-40..

Kurşat, Cengiz. 1998. “TBMM’de Laussane Murahhas Heyeti’ne Verilen Talimatlar, Belgeler”, Türk Tarihi. Sayı: 18.

Pavlids, Antonios. 1997. “Yunan Kaynaklarına Göre Mübadele Meselesi, (YL) İstanbul, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı. (Yayımlanmamış tez.)

Quataert, Donald. 2004. Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi: Cilt 2 (1600-1914).  Editörler: Halil İnalcık, Donald Quataert. İstanbul: Eren Yayıncılık. (5. Basım.)

Şahin, Naci. 2006. “XII. Yüzyıl Sonrasında Anadolu’ya Yapılan Göç Hareketleri ve Anadolu Coğrafyasındaki Sosyo-Kültürel Etkileri”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt VIII, Sayı 1.

Şimşir, Bilal. 1975. İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu. Ankara: Dışişleri Bakanlığı Basımevi.

TBMM Zabıt Ceridesi. 1934. Devre IV, C.23, İ:68, 14 Haziran.

Tekeli, İlhan. 1990. “Osmanlı İmparatorluğundan Günümüze Nüfusun Zorunlu Yer Değiştirmesi ve İskân Sorunu”, Toplum ve Bilim. Sayı 50.

Timur, Taner. 2007. “13. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Osmanlı Tarihinde Göç Olgusu”, Toplumsal Tarih, 165: Eylül 2007.

Tunçay, Mete. 1981. TC’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, (1923-1931. Ankara: Yurt Yayınları.

T.C. Dahiliye Vekilliği, Nüfus Umum Müdürlüğü, Geçen Dört Yılda Yapılan ve Gelecek Dört Yılda Yapılacak İşler Hülasası, 1935, Ankara, Başvekalet Matbaası.

Yeğen, Mesut, 2002. “Yurttaslık ve Türklük”, Toplum ve Bilim. Sayı 93.

Yeşiltuna, Serap. 2006. “İskan Kanunu ve Türk Basınındaki Yansımaları”.(YL), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü. (Yayımlanmamış tez.)

Yüksel, Hayriye. 2007. “Ulus İnşasında Zorunlu Göç Unsuru: Tek Parti Dönemi (1923-1945)” (YL), Ankara, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar Arası İlişkiler Ana Bilim Dalı. (Yayımlanmamış tez.)

Zürcher, Erik Jan. 2006. İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, ‘Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu’. Der: Erik Jan Zürcher. İstanbul: İletişim Yayınevi. (3. Baskı.)

– http//www.scribd.com/doc/13748800/Goc-Edebiyati3 erişim 12 Haziran 2009.

– http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/554.html erişim 12 Haziran 2009.

06 Nisan 2024

İlgili Terimler :

Instagram'da Bizi Takip Edebilirsiniz...

Bizimle ilgili tüm haber ve gelişmelerden haberdar olmak için Instagram’da takip edebilirsiniz.
@antakyatarihi.com.tr

İLETİŞİM: 0538 955 2706

MAİL bilgi@antakyatarihi.com.tr

ADRES: Antakya - Hatay