OSMANLI’DA KARANTİNA UYGULAMALARI VE BAZI TEPKİLER
OSMANLI’DA KARANTİNA UYGULAMALARI VE
BAZI TEPKİLER
Ufuk Şafak
10.10.2009
Salgın hastalıklar insanlığın yerleşik hayata geçmeleriyle beraber, birçok medeniyetin yüzyüze kaldığı önemli afet olaylarıdır. Köycül yaşantıdan kent yaşamına geçişle beraber, salgın hastalıklar daha çok görülmeye başlanmış ve toplu ölümlere neden olmuşlardır.
Salgın hastalıklar arasında en büyük kırımlara sebep olanlar arasında olan veba[1] salgını ilk kez (İustinianos vebası denir) İ.S. 542’de Akdeniz havzasında yayıldı ve belki yüzbinlerce kişinin ölümüne yolaçtı. 1346 ile 1353 yılları arasında yaşanan kara veba salgını insanlık tarihinin en trajik dönemlerinden biriydi. 1466 yılında vebadan günde 600 kişinin öldüğü tahmin edilmiştir. Vebanın niteliği ve bulaşma nedenleri ancak 1894’e gelindiğinde Alexandre Yersin tarafından keşfedilebilmiştir[2]. Osmanlı Devleti’nde sadece İzmir’de 1707-1800 yılları arasında sekiz şiddetli (1709, 1728, 1735, 1741, 1759, 1762, 1771 ve 1788) ve beşi çok şiddetli (1740, 1758, 1760, 1765 ve 1784) olmak üzere farklı boyutlarda 54 veba salgını yaşanmıştır[3]. Osmanlı kayıtlarında bu hastalığın adı tâûn olarak geçiyordu.
Kolera (Cholera)[4]’da büyük yıkımlara yol açmış, daha ziyade Hindistan kanalı ile diğer bölgelere yayılmıştır. “Asiatic Cholera” denilen Hindistan kaynaklı koleranın yanısıra, koleranın tüm belirtilerini göstermesine rağmen, Asya kolerası kadar şiddetli telefata yol açmakla ondan ayrılan “Cholera Europa” adı ile anılan ve Avrupa’da görülen kolera adeta, bir nevi mevsim hastalığı şeklinde olup, yaz ve sonbaharda etkilerini daha çok göstermiştir.
Kolera ilk olarak 1817 yılında Bengal’de Jossere mıntıkasında hekimlerin dikkatini çekmiştir. Bu büyük salgın dalgası İndia British üzerinde ağır bir şekilde hükmünü icra etmiştir. 1819 yılında Kuzey Nepal, Birmanya, ve Siyam’da görülen kolera 1821’de Çin, 1822’de Japonya’ya ulaşırken aynı zamanda Hint Okyanusu’ndan batıya geçerek Maskat ve Basra Körfezi’nde görülmüş, 1821 yılında İran, 1822 yılında da Hazar Denizi, Kafkasya ve Astrahan’a ulaşarak, Basra ve Bağdat üzerinde Osmanlı topraklarına sirayet etmiştir[5].
Çiçek, tifüs, verem de özellikle 19. yüzyılın önemli bulaşıcı hastalıkları olmalarıyla beraber, Osmanlı Devleti’ni en çok meşgul eden veba ve kolera olmuştur.
Osmanlı Devletinde ilk karantina uygulaması 1831 yılında Karadeniz’den gelen ticaret gemilerine uygulanmıştır. Uygulamayı dönemin yöneticilerine öneren Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’dir. Önemli Liman merkezlerinde uygulanmaya başlanan karantina, kent merkezlerinde uygulanmaya başlanınca halkın tepkisini çekmeye başlamış “gâvur icadı” olarak adlandırılarak “mekruh” sayılmıştır.
Karantina hekimlerinin ölüleri, Müslüman kadınların ölülerini muayene etmeleri, ölülerin kireçle gömülme mecburiyetleri asla hoş karşılanmıyordu. II. Mahmut (1808-1839) bu tepkiler karşısında Hamdan Bin Osman’a karantina konusunda bir kitap yazdırmıştı[6].
İstanbul Boğazında uygulanan karantinanın asıl amacı Mansure askerine bu “illetin” bulaşmasını önlemekti. Bu uygulamadan önce, Osmanlı Devleti, Veba salgınını önleme hususunda, Avrupa’da uzman olan Valli ve Boçini isimli İtalyan hekimleri İstanbul’a getirmiştir. Ancak ilk karantina uygulaması yukarda bahsi geçen Rusya’dan yayılabilecek koleraya karşı uygulanmış ve bu vazifenin başına Mustafa Nazif Efendi getirilmiştir[7]. Kolera salgını Hicaz (Hac yolu), Kıbrıs ve Şam da görülmeye başlanınca 1837 yılında, Çanakkale’de de karantina uygulaması başlatılıp “tahaffuzhane” kurulmuştur.
1800’lerin başında artarak devam eden salgın dalgası özellikle deniz aşırı ticaret yapan limanları vurmuştur. Osmanlı Devleti’nin dünyaya yayılışı gözönünde bulundurulduğunda, en çok etkilenen devlet konumundadır. Bu da çok acil önlemler alınmasını gerekli kılmıştır.
Karantina meclisi kurumsallaştırılmaya başlanmış, ancak karantina işlerini yürütecek yeterli sayıda uzman bulunmaması nedeniyle, karantina uygulamalarında deneyimli ülkelerden yardım istenmiştir. Bu çağrı üzerine Almanya, İngiltere, İspanya, İsveç, Norveç, Rusya, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, Yunanistan, Amerika Birleşik Devletleri ve İran bu meclise 1 er delege göndermişlerdir. Söz konusu meclis ilk kez 27 Mayıs 1840’ta İstanbul’da Lebib Efendi başkanlığında toplanmıştır[8].
1841 yılında Sıhhiye Meclisi’ne, Osmanlı topraklarının salgın hastalıklara karşı korunmasından doğrudan doğruya sorumlu tutulması karşılığında, bütün kararlarında ve icraatlarında bağımsızlık verildi[9]. Birçok Osmanlı vilayetinde karantina müdürlükleri kurularak buralara uzman görevliler gönderildi, taşra yöneticilerinin bu görevlilere yardımcı olmalarını sağlamak için nizamnameler yayınlandı. Karantina hekimleri 15 günde bir, ölenlerle ilgili raporları İstanbul’a, karantina merkezine gönderiyorlardı.
1851 yılına gelindiğinde İngiltere, İspanya ve Almanya’nın girişimleriyle, Paris’te ilk defa uluslar arası karantina konferansı düzenlendi. Bu konferansa Osmanlı Devleti’nden bir temsilci de iştirak etti. Konferansın üçüncüsünün 1866 yılında, İstanbul Galatasaray’da yapılmış olması Osmanlı Devleti’nin konuya hassasiyetini göstermektedir.
1894 Paris, 1897 Venedik, 1903 Paris, 1911 Paris, 1922 Varşova’da düzenlenen kolera salgınlarına karşı önlemler ve karantina konulu konferanslara, Osmanlı Devleti büyük önem göstererek, batıdaki deneyimleri kendi coğrafyasında uygulamaya çalışmıştır[10].
Osmanlı Devleti, bu konferanslardan çok önce 1831 yılında, “Kolera Risalesi” adıyla bir kitapçık yayınlamıştı. Bunu yayınlayan (yazan) Mustafa Behçet Efendi, hastalık etkenini henüz bilinmediği bir dönemde, salgın hastalık karşısında alınması gereken önlemleri vermesi açısından tıp tarihinde önemli bir yere sahiptir.
1844 yılına kadar Bandırma, Erdek, Ayvalık, Akçay, İzmir, Alaşehir, Kayseri, Halep bölgelerinde karantina uygulamalarını görmekteyiz. Kolera salgının en büyüğü ve en önemlisi 1865’ Hicaz’da yaşanmıştır. Hac yollarında önemli karantina merkezleri kuruldu. Bu bölge çok önemliydi, çünkü dünyanın dört bir yanından Müslümanlar Hicaz’a Hac’a geliyorlardı. 1900’lere dek Hicaz salgın hastalıklar ve karantina konusunda en önemli bölge olmuştur.
İstanbul’u etkisi altına alan iki önemli kolera salgınlarından biri 1893’te yaşanmış, 1894 depremi salgının yayılmasında tetikleyici olmuş, ve salgın tüm İstanbul’a yayılmıştır. İkinci büyük salgın 16 Ekim 1907 – 27 Ocak 1908 tarihleri arasında yaşanmıştır.
1892 yılında Hamburg’ta şehir sularının koleranın en başta gelen bulaşma araçlarından biri olduğu anlaşılınca, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıp Okulu) Bakteriyoloji muallimi Hamdi Bin Azizin önerisiyle, İstanbul sularının sağlığa uygun olup olmadığını belirlemek amacıyla bir laboratuar kurulması kararlaştırılmıştır[11].
Yapılan analizler neticesinde Taksim suyu sakıncalı görülerek, halkın buradaki suyu tüketmesi yasaklanmıştır. Terkos gölünde tetkikler yapılmış ve burada balık avlanmasının yasaklanması karara bağlanmıştır. 1907-1908 yılında görülen koleranın kaynağının Rusya’dan gelen hacılar olduğu anlaşılınca, Rusya ve diğer koleralı ülkelerden gelen gemilerin İstanbul’a uğraması gene yasağa bağlanmıştı[12].
KARANTİNA UYGULAMALARINA KARŞI BAZI TEPKİLER
Osmanlı coğrafyasında, salgınlara karşı uygulanan karantinaya tepkiler sıkça yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nde hekimlik, cerrahlık, eczacılık ve diğer sağlık mesleklerini icra edenlerin büyük çoğunluğu Hıristiyan, Ermeni ve diğer azınlıklara mensup görevlilerdi. Müslüman toplumun yabancı olduğu karantina yöntemine tepkilerin önemli nedenlerinden biri, karantina uygulamaları yüzünden ekonomisi bozulan belde halkının zor durumda kalmasıdır. Gayrimüslim karantina görevlilerinin halkın değerlerini önemsemeyen bazı tutumlarını da eklersek, tepkilerin nedenlerini anlamış oluruz. Karantina nizamnamesinde; “eğer şüpheli ölüm yaşanmışsa ve bu bir kadınsa kontrol edilmesi için bölgeden bir kadın bulundurmak lazımdır” şeklindeki izahata rağmen bazı doktorlar uygulamanın dışına çıkmak istemişlerdir.
Halkın tepkisini çeken hekimler artınca, bazı hekimler azl edilmiş, yerlerine atananlar Padişah huzurunda imtihana tabi tutulmuşlardır. 1838 yılında II. Mahmut döneminde, Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi karantinanın şeriata uygun olduğu konusundaki açıklamalarıyla da halk karantina kurallarına uymaya çağrılıyordu.
Buna rağmen ulema sınıfının önde gelenleri, hastalıkların, “Allah’ın günahkâr kullarını terbiye etmek için gönderdiği afetler” olduğunu söyleyerek halkı karantina uygulamalarına karşı ayaklandırmada önayak olmuşlardır. Zaten salgın ve karantinalardan bunalan halk birçok yerde bu kışkırtmalardan cesaret alarak karantina merkezlerini tahrip etmişlerdir.
Bütün bu tepkiler yanında Osmanlı Devleti karantina uygulamalarını yaygınlaştırmış ve cehalete karşı kendi tedbirlerini dayatmıştır. Padişah Abdülaziz 1865’te kolerayla mücadele eden hekim, zabit, jandarma ve diğer memurlara “Karantina Madalyası” vererek, alınan önlemlere karşı çıkanlara ve kışkırtıcı ulemaya, ayanlara karşı cevap vermek istemiştir.
Karantinanın en yoğun uygulandığı Hicaz bölgesinde, Hanikin’de görev yapan Doktor Lamer Saad anılarında bazı tepkileri şöyle anlatır:
“Hacılarla pek çok bağrışıp çağrışmalarımız oldu. Çoğu karantinaya girmek istemiyorlardı. Bir keresinde Tebriz’den bir grup Türkmen olduğu gibi şehrin öbür yakasına geçiverdiler. Karantinaya girmektense kafalarının kesilmesine razı olacaklarını söylüyorlardı”[13]
26 Mayıs 1838’de Kuşadası’nda, Türkmen mahallesinden Kara İmam denen şahıs, yanına aldığı halktan insanlarla karantina merkezine saldırmış ve bazı görevlileri yaralamıştır. Olayın hemen akabinde suçlular İstanköy Adası’na sürüldüler. Bir daha karantinayla ilgili eylemde bulunmayacaklarına dair padişahtan af dileyerek Kuşadası’na dönmüşlerdir.
1840 yılında Amasya’da veba vakaları görüldüğü sırada, kadın ölülerin muayenesinde mahrem yerlerine bakılmasını, vebadan ölenlerin kireçlenerek gömülmelerini “şeriat hükümleri”yle bağdaştırmayan bazı Amasyalı din görevlilerinin tahrikleriyle, halk karantina merkezini basıp görevlileri öldürmüşlerdir[14].
Bu olaylar karşısında Padişah bir ferman yayınlayarak “karantina uygulamasına karşı çıkanların en ağır şekilde cezalandırılacakları” kararını almış, ancak bu karara rağmen karantinaya karşı tecavüzleri önleyememiştir.
1845 yılında Hicazdan dönen hacılara Adana dışında karantinaya alınmaları ve Adana’ya girmemeleri gerektiği bildirilince 2.500 hacı Adana’ya girmiş, karantinahaneyi yağmalamışlar, müftünün “karantina lazım değildir” diye fetva vermesi olayın daha da büyümesine neden olmuştur. Bunun üzerine Konya’dan bir bölük asker Adana’ya sevkedilmiş, Adana’dan temiz belgesi alamadan kaçan hacılar yakalanarak karantinaya alınmış, olaylar yatıştırılmıştır[15].
1848 yılında Antep’te kocası ölen bir kadının karantinaya alınmak istenmesi sonucunda bunu fırsat bilen kaymakamın adamları ile karantina gardiyanları “karantina kalkmadıkça kolera illeti def olmaz, artık kadınlarımızı da karantinaya alacaklar” diyerek namazdan dönenleri tahrik etmişlerdi. Karantina istasyonuna yürüyen halk kapıları, camları kırmış ve karantina bayrağını yırtarak, karantina müdürünü ağır yaramışlardı[16].
1890’lardan sonra dezenfekte yönteminin Osmanlı karantina memurlarınca uygulanmaya başlanması tepkileri de beraberinde getirdi. Dezenfekte yöntemleri karantina memurlarının halkla daha çok iletişime geçmelerini gerektiriyordu.
1891’de Fransa’daki Geneste ve Hurscher fabrikasından getirilen iki etüvün biri İzmir, biri de Kavak tahaffuzhanelerine yerleştirilmişlerdi. 1893’e gelindiğinde İstanbul’daki bütün hastahanelere birer etüv makinesi yerleştirilmişti. Ayrıca Hicazda çıkan kolera salgını nedeniyle Mekke’ye de bir etüv makinesi gönderilmişti. Fakat makine kurulmadan, hacıların çırılçıplak bu makineye sokulup sonra Mekke’ye girebilecekleri rivayetlerinden sonra, karantina merkezi basılmış ve tıbbi malzemeler imha edilmiştir. Halk, karantinayı, hacıların toplanmasına engel olmak isteyen Avrupa’nın işi olarak düşünüyorlardı.
Bütün bu tepkiler dinin “yeni” karşısındaki tepkisi olarak yorumlanabilir. Burada gözden kaçırılmaması gereken, Osmanlı Devleti, 1700 yıllarında başlayan veba ve 1800 yıllarında başlayan koleraya karşı mücadelede etkin yöntemler kullanmış, bütün bu çaba uzun vadede ekonomik kayıpların önlenmesi amacını gütmüştür. Denizaşırı ticaret yapan limanlarda ve Hicaz (Hac) yolunda etkin olarak uygulanmaya çalışılan karantina, yerel esnafın satışlarını önemli ölçüde engelliyordu. Genel ekonomiyi elinde bulunduran devlet, salgınlarla durağanlaşan ekonomiyi canlandırmak adına, taşralarda yaşayan halkı karantina uygulamasına tabi tutuyor, taşra ekonomisine dolaylı da olsa darbe vuruyordu. Geçimlerini büyük oranda hacılardan sağlayan Mekke yolları üzerindeki kasaba ve köyler, bu anlamda olumsuz etkileniyordu. Kimi zaman temel ihtiyaç maddelerinde kıtlığın yaşandığı da oluyordu. Mağdur olan esnaf, bazı din adamları ve ayanların kışkırtmasıyla karantina merkezlerine saldırmış ve “dini cehalet” burada tetikleyici bir rol oynamıştır.
Benzer tepkilerin Avrupa ülkelerinde daha da şiddetli olması, bize, Osmanlı coğrafyasındaki bu tepkileri sadece “doğu despotizmi” ve ya “dini tepki”ler olarak yorumlamamızın yanlış olacağını göstermektedir. Keza Avrupa’da kimi devletler bu uygulamaları tümden kaldırmaya çalışmışlardır. Bazı devletler, yöneticilerin kararlarıyla, salgınlara karşı karantina yöntemini hiç uygulamamış ya da 1900’lerin başına dek anca uygulamışlardır.
Osmanlı Devleti ekonomik canlılığı tekrar yakalamak ve toplu ölümlerin önüne geçebilmek adına, karantina uygulamalarını, merkezden atadığı uzmanlarla ve bu uzmanlara yerel asayiş güçlerini tahsis ederek, gerektiğinde zora başvurarak, gerçekleştirmeye çalışmış ve kısmi olarak başarılı olmuştur.
Karantina yöntemi, dünyada yaygınlık kazanmadan önce, Osmanlı Devletinde uygulanmış, bugünkü modern karantina yöntemlerinin uygulanması hususunda gerek bilimsel gerek toplumsal olarak önemli tecrübeler kazanılmasını sağlamıştır.
[1] Ebtrobacteriaceae familyasından sayılan gram negatif bir bakteri olan Yersin basilinden (Yersinia Pestis) ileri gelen çok ağır bulaşıcı hastalık. Utkan Kocatürk, Açıklamalı Tıp Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2005, s:958
[2] Büyük Larousse, C: 19 Veba maddesi İstanbul 1991, sf: 12127-12128
[3] A. Latif Armağan, XVII. Yüzyılın Sonu ile XVIII Yüzyılın Başlarında Batı Anadolu ve Balkanlarda Görülen Veba Salgınlarının Sosyo-Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma, 38. Uluslar arası Tıp Tarihi Kongresi cilt:2, Ankara 2005, s:911
[4] Vibrio Chderae’nin sebep olduğu, sulu ishal sonucu aşırı su ve elektrolit kaybı. Kocatürk, a.g.e. s:165
[5] Gülden Sarıyıldız, Hicaz Karantina Teşkilatı, (1865-1914) Ankara 1996, s:1-2.
[6] Nuran Yıldırım, “Karantina İstemezük”, Toplumsal Tarih Dergisi, sayı: 50, Haziran 2006, s: 18
[7] Sarıyıldız, a.g.e s:6-7
[8] Yüksel Güngör-Nermin Ersoy, 19. Yüzyıl Uluslar arası Karantina Konferansları. XI. Türk Tıp Tarihi Kongre Bildirileri, Ankara Mayıs 2006, s:342
[9] Nuran Yıldırım, Kolera Salgınlarında Alınan Karantina Önlemleri ve Osmanlı Toplumsal Yaşamındaki Yansımaları (1831-1918), XI. Türk Tıp Tarihi Kongre Bildirileri, Ankara Mayıs 2006, s: 330
[10] Sezer Erer-Elif Atıcı, 19. Yüzyılda Kayseri’de Kolera Salgınlarıyla İlgili Belgeler ve Bazı Sonuçlar, IX. Türk Tıp Tarihi Kongre Bildirileri Ankara, Mayıs 2006, s:315
[11] Nuran Yıldırım, Kolera ve İstanbul Suları, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 145, Ocak 2006, s: 22
[12] Yıldırım, Kolera ve İstanbul……… s: 24-25
[13] Orhan Koloğlu, XIX. Yüzyılda Hac Yoluyla Koleranın Yayılması ve Hanikin Karantina Doktorunun Anıları, III. Türk Tıp Tarihi Kongre Bildireleri, İstanbul 1993, s: 63-65
[14] Yıldırım, Kolera Salgınlarında Alınan…….. s:331-332
[15] Yıldırım, Kolera Salgınlarında Alınan…….. s:333
[16] Yıldırım, “Karantina İstemezük”………….. s: 23