23 Nisan 1909 Kesab (Kessab) Olayları-Fotoğraflar (İngilizceden Çeviri: Ufuk ŞAFAK)
The Evening News Sydney-30 Temmuz 1909 Cuma Günü Olaylarla İlgili Yaptığı Haber
Kesab’da Ateş ve Kılıç – Ermeni Katliamlarının Heyecan Verici Hikayeleri
Anne Ve Müslümanlar
(İngilizceden Çeviren: Ufuk ŞAFAK)
Evangelical Alliance sekreteri Bay H. Martyn Gooch, Rahip Stephen Van R. Trowbridge’den Kesab’ın yağmalanması ve silahlı Türkler ve Araplar tarafından çok sayıda sakininin katledilmesiyle ilgili bazı korkunç ifşaatlar içeren uzun bir mektup aldı (19 Haziran tarihli Londra “Daily Graphic”). Hikaye, erkeklerin, kadınların ve çocukların cesareti ve dayanıklılığının kaydıyla heyecan verici ve beklenebileceği gibi, bazı yetkililerin eylemleri ve Müslümanların vahşeti üzerine uğursuz bir ışık tutuyor.
Bay Trowbridge, Kessab’ın, İskenderun ve Lazkiye arasında Akdeniz kıyısında belirgin bir şekilde öne çıkan Cassius Dağı’nın (Arapça Cebel Akra) karaya bakan yamacında yer alan, yaklaşık 8000 nüfuslu bir Ermeni kasabası olduğunu söylüyor. Şimdi burası kararmış ve büyük bir harabe. Deniz kıyısına acı dolu bir kaçıştan sağ kurtulan ve şimdi dağ evlerine dönen, ancak evlerinin yağmalanıp yakıldığını gören 5000 erkek, kadın ve küçük çocuk için bu ne anlama geliyor olmalı! Aşağıdaki vadilerde Kesab çevresinde kümelenmiş dokuz Hristiyan köyü vardı. Bunlardan birkaçı yangında tamamen yok edildi. Hepsi yağmalandı ve çaresiz insanlar sürüldü veya öldürüldü.
Perşembe akşamı, 22 Nisan’da, Kesab gözcüleri, en yakın Müslüman köyünde büyük kalabalıkların silahlı Türk ve Araplardan oluştuğu haberini kasabaya getirdiler. Kaygılı bir geceydi. Gün doğmadan önce, Cuma sabahı, tüfek sesleri haydutların ilerleyişini haber veriyordu. Üç ayrı dağ patikasından, kuzeyden, kuzeydoğudan ve doğudan binlerce silahlı Müslüman vadiye akın etti. Martini tüfeklerin mermilerini Kesab evlerine gönderiyorlardı. Savunmada görevlendirilen 300 Hıristiyan’ın av tüfekleri ise uzun mesafeyi kapsamıyordu. Bu umutsuzca ve adaletsizce bir mücadeleydi. Kesab halkı içinde bulundukları durumun farkına vardılar.
Kadınlar ve kızlar küçük çocukları sırtlarına ve kollarına alarak batı patikası boyunca Kaladouran’a doğru yöneldiler. 5000 fit yükseklikte denize bakan uçurumlara ve yarıklara tırmandılar. Bazıları küçük gruplar halinde, diğerleri tamamen tek başlarına, dikenli çalılıkların altında veya doğal mağaralarda saklandılar.
Akşama doğru erkekler, karşı konulmaz saldır karşısında savunmayı bırakmak zorunda kalmışlardı. Hiçbir panik veya gürültü yapmadan geri çekildiler. Ve sokaklara koşan Türkler ve Araplar yağmalama şehvetine öyle kapılmışlardı ki, kaçan Hıristiyanları takip etmediler.
En üzücü deneyimlerden biri, vaizin karısı Azniv Hanımınkiydi. Katliamdan on gün önce biri erkek biri kız ikiz çocukları doğurmuştu. Dağlara kaçtıklarında, diğerleriyle birlikte tırmanacak gücü yoktu. Bu yüzden kocası onu ve dört çocuğunu köyün kenarındaki kayaların arasına sakladı. Bebekler küçük bir yorgana sarılmıştı. Diğer çocuklar annelerine sarılmıştı, baba ise yakınlardaki bir mağarada saklanıyordu. Çok geçmeden Azniv Hanım ve çocuklar Türkler tarafından bulundu. Yağmacılardan biri, annenin yalvarmalarına rağmen yorganı kaptı. İki bebek, biri bir yöne, diğeri diğer yöne, kaba taşların üzerinden yuvarlandı.
Sonra Türkler bir anneyi kaba bir şekilde tuttular ve göğsüne bir tabanca dayayarak Müslüman olmasını emrettiler. Kadın cesurca reddetti. Bir Türk “O zaman sen benim kölemsin,” dedi ve kılıcının düz kısmıyla onu dövdü. Onu atına bağlamak için aşağı doğru sürüklemeye başladı. Ayağı takıldı, düştü ve yaklaşık sekiz metre boyunca yuvarlandı. Orada, sıcak güneşte, kayaların üzerinde, yaralı ve bitkin bir halde yatıyordu. Türk, yağmalama fırsatını kaçırmamak için onu bıraktı. Daha sonra diğer Türkler onun parasını, elbisesini ve ayakkabılarını ve yaklaşık 4 yaşında olan küçük kızını aldılar. Küçük bebeklerden biri bir hafta, diğeri ise 10 gün sonra öldü. Küçük çocuğu gömdük. Ağaçların arasında çok dokunaklı bir törendi.
Kessab’daki tüm esnaf dükkanları ve tüccarların depoları yandı. Aslında, tüm pazar kül oldu. Roma Katolik ve Protestan kiliseleri tamamen yandı. İkincisi, 1800 kişilik bir cemaate ev sahipliği yapan geniş bir binaydı. Bayan E. M. Chambers’ın oturduğu Amerikan misyonerlik ikametgahı yakıldı; aynı şekilde Kız Lisesi, Erkek Lisesi ve Protestan papaz evi de yakıldı.
Ne yazık ki, bu grafik mektubun tamamını vermek için alanımız çok dar. Ancak, Evanjelik İttifakının, geçmişte olduğu gibi, birçok durumda her şeyini kaybetmiş olan hayatta kalan Ermenilere mali yardım ilettiği belirtilmelidir.
Rahip Stephan Van Rensselaer’in Yazdığı Mektubun Tam Metni
(The American Red Cross Bulletin, October 1909, Vol. IV, No: 4, Washington, sf: 31-36)
(İngilizceden Çeviren: Ufuk ŞAFAK-14.06.2025)
Kessab, İskenderun ve Lazkiye arasında Akdeniz kıyısında belirgin bir şekilde öne çıkan Cassius Dağı’nın (Arapça: Jebel Akra) karaya bakan yamacında yer alan, yaklaşık 8.000 nüfuslu tutumlu bir Ermeni kasabasıydı. Kessab artık kararmış harabelerden oluşan bir yığın, kiliselerin ve evlerin çıplak duvarları küllerden ve her tarafa yığılmış kömürleşmiş kerestelerden yükseliyor. Bu, deniz kıyısına acı dolu bir kaçıştan sağ kurtulan ve şimdi dağ evlerine dönen, ancak evlerinin yağmalanıp yakıldığını gören 5.000 erkek, kadın ve küçük çocuk için ne anlama geliyor olmalı! Aşağıdaki vadilerde Kessab’ın etrafında kümelenmiş dokuz Hristiyan köyü vardı. Bunlardan birkaçı yangında tamamen yok oldu. Hepsi yağmalandı ve çaresiz insanlar sürüldü veya öldürüldü.
22 Nisan Perşembe günü, Kesab halkına ciddi bir haber ulaştı. Ermenilerin 36 mil kuzeyde Antakya’da katledildiği ve dağlardaki Hristiyan köylerine saldırılar olduğu haberi geldi.. En yakın hükümet merkezi olan Ordu’nun [Bugünkü Yayladağı] Müdür’ü [Nahiye Müdürü] ile bir görüşme ayarlandı ve Halep Valisi’ne askeri koruma isteyen bir telgraf gönderildi. Adı Hüseyin Hasan Ağa olan Müdür, Kesab heyetiyle dağın yamacında buluştu ve onlara kötü niyetle toplanan kalabalığı çoktan dağıttığına dair güvence verdi. Ancak verdiği sözlerin boş hikayeler olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Perşembe akşamı silahlı Müslüman kalabalığın Cissr Şigur, Kusayr, Antakya ve hatta doğudaki İdlib’den Ordu’ya gelmesine izin verdi. Gece boyunca akıncıları ağırladıktan sonra, onları ertesi sabah erkenden Kesab’ı yağmalamaya gönderdi. Ayrıca Müdür, Halep hükümeti tarafından Kesab’daki Amerikan ve İtalyan çıkarlarını korumakla görevlendirilen on bir jandarmayı engelleyerek Ordu’da kalmaları ve Kesab’a gitmemeleri talimatını verdi.
Perşembe akşamı Kesab gözcüleri, büyük kalabalıkların silahlı Türk ve Arapların en yakın Müslüman köyünde toplandıkları haberini kasabaya ilettiler. Kaygılı bir geceydi. Cuma sabahı, gün doğmadan önce, tüfek sesleri düşmanın ilerlediğini haber veriyordu. Kuzeyden, kuzeydoğudan ve doğudan üç ayrı dağ patikasından gelen binlerce silahlı Müslüman vadiye doğru akın etti. Martini tüfekleri mermileri Kesab evlerine vızıldatırken, savunmada görevlendirilen 300 Hıristiyanın av tüfekleri uzun mesafeyi kapsayamıyordu. Umutsuz bir mücadeleydi ve Kesab halkı içinde bulundukları durumun farkına vardı. Bunun üzerine kendilerini korumak için bir plan yaptılar. Kadınların ve çocukların güneydeki dağların yarıklarına ve mağaralarına kaçmaları için zaman kazandırmak amacıyla mümkün olduğunca uzun saatler dayanmaya karar verdiler. Beş saat boyunca yaylım ateşi şiddetli bir kararlılıkla devam etti. Öğle vakti, Antakya köylerinden gelen Türkler, Cebel-i Akra’ın etrafını sardılar. Araplar, kasabayı güneydoğudan kuşatmışlardı. Bu arada, Ordu Müslümanlarının öncü birlikleri, Kesab’ın hemen altındaki bitişik köyleri ele geçirip yakmış ve kasabanın o ucundaki üç evi ateşe vermişti. Bağırışları ve çılgınca tehditleri açıkça duyulabiliyordu.
Kadınlar ve kızlar, küçük çocukları sırtlarına ve kollarına alarak batı patikası boyunca Kaladouran’a doğru hızla ilerlediler. 5.000 fit yükseklikte denize bakan uçurumlara ve yarıklara tırmandılar. Bazıları küçük gruplar halinde, diğerleri tamamen tek başlarına, dikenli çalılıkların altına veya doğal mağaralara saklandılar. Akşama doğru, erkekler karşı konulamaz saldırılar karşısında savunmayı bırakmak zorunda kalmışlardı. Hiçbir panik veya gürültü yapmadan geri çekildiler. Ve şehrin sokaklarına hücum eden Türkler ve Araplar yağmalama tutkusuna öyle kapılmışlardı ki kaçan Hıristiyanları takip etmediler. Kessab’ın başlıca ürünü olan ham ipek depoları için yağmacılar birbirleriyle kavga ediyorlardı. Sığırlar, katırlar, bakır kazanlar, yatak takımları, giysiler ve halılar Türkler tarafından ateşli bir telaşla taşınırken, evler birbiri ardına ateşe verildi. Kaçacak gücü olmayan yaşlı Ermenilerden bazıları evlerinde yakalandı ve barbarca öldürüldü. Birkaç değerli eşyayı toplayıp kurtarmak için kaçmayı erteleyenler kılıçtan geçirildi. Baltalar ve bıçaklar tüfeklerden yaralananların işini bitirdi. Ancak Hıristiyanlar arasında kaçma içgüdüsü o kadar güçlüydü ve Müslümanlar arasında yağmalama açgözlülüğü o kadar yoğundu ki, tüm gün süren kavgada sadece 153 Ermeni ve bir avuç Türk öldürüldü.
20 yaşındaki Feride adında bir Kesablı kızı, dikkat çekici bir kaçış yaşamıştı. Arkadaşlarından birinin küçük gelin çeyizini kurtarmak için İkizoluk köyüne gitmişti. Elbiseleri bir bohçaya topladığında öğlen olmuştu. Kaçaklara katılmak için sokağa aceleyle çıktığında, dehşete düşmüştü. Herkesin görme ve duyma sınırlarını aşarak kaçtı. Bir dakika sonra, bir grup Arap’ın sokaktan koşarak geldiğini gördü. Birkaç küçük bahçeden hızla geçti ve köyün üstündeki kayalara ve çalılıklara ulaştı. Görünmeden yoluna devam etti. Kayaların arasındaki derin bir yarıkta saklandı ve dinledi. Değerli bohçayı düşürmüştü, ancak her şeyden daha değerli olan Yeni Ahit’i elinde tutuyordu. Dinlerken ve etrafı izliyordu. Birçok Arap ve Türk, yarık girişinin önünden geçiyordu. Sonra yakından biri geçti ve kızı fark etti. Göz göze geldiler. Adam “Burada bir kız var!” diye bağırarak öne atıldı. Kız tüm gücünü topladı ve köyün üzerinde yükselen büyük bir kayanın yamacına sıçradı. Bu, hiçbir atletin normalde yapamayacağı bir başarıydı. Arap ilk başta onu takip edemedi. Tekrar arkadaşlarına bağırdı. Onlar da birbirlerine bağırarak karşılık verdiler, “Çevresini sarın! Çevresini sarın!” Şimdi kayanın tepesinde, peşinde on beş veya on altı Arap’ın tam görüş alanında duruyordu. Ona aşağı inmesi için sertçe seslendiler. Arapça cevap verdi, “Beni vurabilirsiniz, ama asla kendimi teslim etmeyeceğim.” Sonra elindeki keseyi onlara atmasını emrettiler. Onlara bunun kesesi olmadığını, Kutsal İncil olduğunu söyledi. Ve ellerini dua ederek Tanrı’ya uzattı. Tam o sırada onu ilk gören Arap kayanın yamacına sıçradı. Karşı yöne doğru bir çalılığa atladı, ama kayanın kenarındaki dikenli çalı dallarına battı. Arap kayanın tepesinden gelip onu yakalamak için kolunu uzatmıştı ki, çalılıkların başka bir yerine sığınmış olan bir Hıristiyan genç adam ateş etti ve onu vurarak öldürdü. Uzun bir inleme sesi çıkardı, kollarını kaldırdı ve kayanın üzerine kapandı. Diğer Müslümanlar beklenmedik atışla irkildi ve bir süre geri çekildiler. Bu, Feride’ye dağın yamacından daha yukarıdaki mağaralara kaçması için zaman tanıdı. Bütün gece ve ertesi günün bir bölümünde mağarada yalnız başına kaldı. Ben İkizoluk’tayken Arap henüz gömülmemişti. Başlığını ve kefiyyesini aldım. Feride kaçış hikayesini bana kendisi anlattı. Gözleri parlıyordu ve içinden geçtiği tehlikeleri hatırladığında yanakları kızardı. Kayaların o yarığında görüldüğünde tüm korkunun onu terk ettiğini söyledi. Garip bir cesaret geldi ve Tanrı’nın onu yakalanmaktan kurtaracağından emin olduğunu söyledi.
Okul öğretmenlerinden biri olan Mariam, Feride’nin saklandığı yerden çok da uzak olmayan bir yerde Araplar tarafından yakalandı. Onu yakalayan Arap, Müslüman olmasını emretti. Mariam bunu reddetti. Arap,Mariam’ın korumaya çalıştığı iki küçük çocuğu öldürmekle tehdit etti. Sonra elindeki baltayı kaldırdı ve ucunu Mariam’ın boynuna dayadı ve tehdit etti. Her seferinde Mariam, asla Müslüman olmayacağını, Mesih’e olan inancını inkar etmeyeceğini ve onurundan vazgeçmeyeceğini söyledi. Arap, kadının yanındaki parayı kaptı ve üzerindeki elbiseyi yırttı ve onu köle yapacağını söyledi. Tam o sırada Ordu’lu bazı Türkler geldi ve Dr. Apelian’ın karısını Mariam’ı tanıdılar. Doktor, bu Türklere sık sık tıbbi yardımda bulunmuştu. Arapları ve Türkler Mariam ve diğer kadınlar için kavga ettiler. Kadınlar, o gece bu Türkler tarafından güvenli bir şekilde Ordu’daki bir Yunan evine götürüldüler. Olaylar bitene kadar onlara nazikçe bakıldı.
En üzücü deneyimlerden biri, vaizin karısı Azniv Hanımınkiydi. Katliamdan on gün önce biri erkek biri kız ikiz çocukları doğurmuştu. Dağlara kaçtıklarında diğerleriyle birlikte tırmanacak gücü yoktu. Bu yüzden kocası onu ve dört çocuğunu köyün kenarındaki kayaların arasına sakladı. Bebekler küçük bir yorgana sarılmıştı ve diğer çocuklar annelerine sarılırken, baba yakınlardaki bir mağarada saklandı. Çok geçmeden Azniv Hanım ve çocuklar Türkler tarafından bulundu. Yağmacılardan biri, annenin yalvarmalarına rağmen yorganı kaptı. İki bebek, biri bir yöne, diğeri diğer yöne, kaba taşların üzerinde yuvarlandı. Sonra Türk, anneyi kaba bir şekilde yakaladı ve tabancasını göğsüne dayayarak Müslüman olmasını emretti. Kadın cesurca reddetti. “O zaman sen benim kölemsin” dedi ve kılıcının yassı kısmıyla onu dövdü. Onu atına bağlamak için aşağı sürüklemeye başladı. Ayağı takıldı, düştü ve yaklaşık sekiz metre boyunca yuvarlandı. Orada, sıcak güneşin altında, yaralı ve bitkin bir halde kayaların üzerinde yatıyordu. Türk, yağmalama fırsatını kaçırmamak için onu bıraktı. Daha sonra diğer Türkler parasını, elbisesini, ayakkabılarını ve yaklaşık dört yaşında olan küçük kızını aldılar. Küçük bebeklerden biri bir hafta, diğeri ise yaklaşık on gün yaşadı. Küçük oğlanı gömdük. Ağaçların altında çok dokunaklı bir törendi.
Cuma akşamı Dr. Apelian, güneyde kırk mil uzaklıktaki Lazkiye limanına ulaşabilirse, deniz yoluyla yardım için telgraf çekebileceğini düşündü. Güvenilir bir rehberle aynı akşam dağlardaki bir Müslüman şefin evine doğru yola çıktı. Bu Türk, onunla Lazkiye’ye gitmeyi ve böylece yol boyunca ona koruma sağlamayı kabul etti. Bu refakatçi olmadan doktor asla bu yolculuğu yapamazdı. Bu haliyle bile hayatını tehlikeye attı. Gece saat 2’de Lazkiye’ye vardılar, İngiliz ve Fransız konsoloslarını Dr. Balph’ın evine çağırdılar, İskenderun ve Halep’e telgraflar gönderdiler ve şafak vakti Mutasarrıf’ı (Vali Yardımcısı) Kesab’a yapılan saldırı hakkında bilgilendirdiler. Türk askerleri hemen sevk edildi ve bir Messageries vapuru İskenderun’dan gelerek kurtarma operasyonu başlattı.
Bu arada, cumartesi günü boyunca yağmalama ve yakma devam etti. Kaladouran’ın büyük köyü harap olmuştu. Uzak köylerden gelen akıncıların sayısı arttı. Öğleden sonra jandarma komutanı Selhan Ağa kırk süvariyle geldi. Kasabanın yağmalanmasına katıldı ve tüccarların dükkanlarında bulunan ham ipeği, kendisi ve bölüğü için ganimetin en değerli payını aldı. O ve süvariler daha sonra Halep’e giderken İdlib’de durduruldu ve heybelerinin ganimetlerle dolu olduğu görüldü. Selhan Ağa kırk süvariyle birlikte, Perşembe öğleden sonra Halep’in emriyle Kessab’ı herhangi bir çete şiddetinden korumak için hemen yola çıkması için Cissr’den gönderilmişti. Cissr’den Kessab’a sekiz saatte, hatta daha kısa sürede gidebilirdi. O sırada saldırı henüz başlamamıştı. Doğrudan Kessab’a gitmek yerine Şeyh Köy’e’a gitti ve geceyi orada geçirdi. Ertesi gün o köydeki tüm Müslümanlar savaş yoluna çıktılar, Selhan Ağa ise yolundan çok uzaklaştı ve diğer birçok Müslüman köyüne ve en son Antakya şehrine altmış mil yol yaptı. Sonunda emirlerini aldıktan kırk sekiz saat sonra Kessab’a ulaştı. Vardığında yakmayı ve yağmalamayı bırakmadı, kendisi de bir yağmacı oldu. Bu utanç verici olay Halep Komisyonu tarafından araştırıldı ve bulguları yukarıdaki tüm ifadeleri doğruluyor.
Cumartesi gecesi geriye pek fazla değerli ganimet kalmamıştı. Pencerelerden demir parmaklıklar söküldü ve ev çanak çömlekleri tamamen vandalizm adına parçalandı. Ganimet tükendikçe Müslümanlar dağ yamaçlarını dolaşmaya, mağaraları keşfetmeye ve Hıristiyanları yok etmek için çalılıkları ateşe vermeye başladılar. Bir adam karısının gözleri önünde parçalandı, kadında ağır yaralandı. Aynı kadın Cassius Dağı’nın zirvesine yakın derin vadilere kaçtı ve on iki gün boyunca karda yaşadı. Şu anda Lazkiye’deki Amerikan hastanesinde.
Kesab’daki tüm esnaf dükkanları ve tüccarların depoları yakıldı. Aslında, tüm pazar kül oldu. Roma Katolik ve Protestan Kiliseleri tamamen yakıldı. İkincisi, 1.800 kişilik bir cemaati ağırlayan geniş bir binaydı. Bayan E. M. Chambers’ın oturduğu Amerikan Misyon konutu yakıldı. Aynı şekilde, Kız Lisesi (Amerikan malı), Erkek Lisesi ve Protestan papaz evi de yakıldı. Kesab’daki tüm varlıklı ailelerin evleri de dahil olmak üzere 530 ev de yangında yok oldu. Yağmalanmış ancak yakılmamış kalan 700 ev, işçilere ve diğer yoksul insanlara ait küçük bir odalı veya iki odalı evlerdir. Ekizoluk’ta 38 ev yandı; 22 ev kaldı. Kaladouran’da 65 ev yakıldı; 135 ev kaldı. Düzağaçta 24 ev yandı; 1 ev kaldı. Keorkine’de 55 ev yandı; 45 ev kaldı.
Cumartesi günü Latin rahiplerden biri olan Peder Sabatine, yardım istemek için büyük bir risk alarak Lazkiye’ye gitti. Telgraflarının etkisiyle mi yoksa Protestan hekim Dr. Apelian’ın yirmi dört saat önce gönderdiği telgrafların etkisiyle mi bilmiyorum ama en azından Pazar sabahı bir Messageries Deniz Vapuru kıyıdan aşağı, Cassius Dağı’nın eteğindeki Kaladouran koyuna doğru geldi. Haber, kulaktan kulağa, kayalıklar ve vadiler arasındaki tüm saklanma yerlerine yayıldı, böylece birkaç saat içinde kaçaklar Kaladouran geçidinden aşağı akın akın deniz kıyısına doğru akmaya başladılar. Bu inişin acısını hayal etmek bile zor. İnsanların çoğu iki gündür yiyecek bir şey bulamamıştı. Birçoğu ailelerinden ayrılmıştı ve şimdi garip bir umut ve umutsuzluk karışımıyla denize doğru yürüyorlardı. Kadınların çoğunun acısı gerçekten çok şiddetliydi. O kaçış sırasında on dört çocuk dünyaya geldi ve annelerin kalabalığın ardından ilerlemekten başka çareleri yoktu.
8 yaşında küçük bir çocuk Türkler tarafından yakalandı ve Müslüman olması için götürüldü. Kendisine bir Müslüman ismi verildi ve küçük bir sarık takması istendi. Çok çekingen davrandı ve sessiz kaldı. Ancak yakındaki bir kuyuya gitme izni olduğu için bir fırsat sunulduğunda, canını dişine takarak kaçtı. Ormanın vahşi bir yaratığınınki kadar keskin bir içgüdüyle dağların arasından ve deniz ovasından kırk mil ötedeki Lazkiye’ye doğru yol aldı ve annesini buldu.
Messageries vapuru yaklaşık 3.000 kişiyi alıp Lazkiye’ye getirdi. Buradaki birkaç kilise ve okula dağıtıldılar. Pazartesi günü, bir Fransız kruvazörü 4.000 kişi daha getirdi. Bir çok yaralı Amerikan Presbiteryen Misyonu arazisinde tedavi edildi. Hastane, Dr. James Balph’ın bakımı altında yaralı ve hastalarla doluydu. Eğitimli hemşire Bayan Elsey bir doğumhane açtı ve tüm Amerikalılar yardım önlemleri için çok çalıştı. Lazkiye’deki günler, sıcak güneş altında ve kasabanın Türklerinin içeri dalıp onlara saldırabileceği korkusuyla, güvenlik ve sağlık için yapılabilecek her şeye rağmen sürgün ve zorluk günleriydi. Akşamları dua etmek ve ezbere bildikleri ilahileri söylemek için sessizce bir araya geliyorlardı. Birkaç gün sonra hastalıklar hızla yayılmaya başladı. Birkaç çiçek hastalığı vakası görüldü ve kalabalık koşullar tehdit olmaya başladı.
Lazkiye’deki baş yargıç olan Mutasarrıf, buraya sığınan insanları korumak ve onlara bakmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Kendisi geceleri sokaklarda devriye geziyor ve emrindeki birkaç askerle, tekrar tekrar düzensizlik yaratma girişiminde bulunan öfkeli Müslüman kalabalığı dağıtıyordu. Herkese un erzakı veriyor ve üzüntü içinde olanlara sempati duyduğunu ifade ediyordu. Hastalığın hızla arttığını görünce, herkesin Kesab’a dönmesini yolda güvenlik güvencesi vermek için bizzat onlarla birlikte gideceğini söyledi. Bu Türk’ün cesur ve iyi kalpli eylemi, Lazkiye’yi ve orada barınan binlerce Kesab halkını korkunç bir katliamdan kurtardı. Davranışları, Ordu Müdürü Hüseyinin Hasan Ağa’nın suçlu davranışıyla güçlü bir tezat oluşturuyor.
Kessab halkının dağa doğru uzun patikayı yürüyerek tırmanırken ve sonra sırtı aşarak kömürleşmiş ve harap olmuş evlerinin tam görüş alanına geldiklerinde hissettiklerini hayal edebiliyor musunuz? Buğday, arpa ve pirinç stokları yanmıştı. Giysileri, pişirme kazanları, mobilyaları ve aletleri gitmişti. Keçileri, inekleri ve katırları çalınmıştı. İpek sanayileri yok olmuştu. Sevgili kiliseleri için için yanan yığınlara dönüşmüştü. Öldürülen arkadaşlarının ve akrabalarının bedenleri gömülmemişti. Yine de vatan sevgisi o kadar güçlüydü ki insanlar oraya enkazı temizleme ve evlerini yeniden inşa etme kararlılığıyla yerleşmişlerdi. Kesablılar İngiltere, Amerika ve Yerel Yardım Komitesi’nin, ellerine, geçimlerini bir meslek veya çiftçilikle sağlayabilecekleri araçları vermelerini umuyor. Şu anda yiyecek ve giyecek tedarikleri de Lazkiye ve Beyrut’tan iletilmek zorunda. İki yetenekli doktor hastalara hizmet vermeye hazır, ancak tüm tıbbi ve cerrahi malzemelerini kaybetmişler. Onlara alet ve ilaç sağlamak son derece yararlı olacaktır. Bu konuda ve diğer ihtiyaçlarda, Beyrut Yardım Komitesi’nin hızlı işbirliğini yürekten takdir ediyoruz. Bu sıkıntılar sırasında Adana’da bulunan Bayan E. M. Chambers şimdi Kesab’a döndü. Her şeyini kaybetti, ancak halkın kaderini paylaşmaya oldukça hazır. Dr. James Balph, Latakia’nın başkanı ve haznedarı olduğu Kesab Yardım Komitesi’nin sekreteridir.
Pazar öğleden sonra, 23 Mayıs’ta, dört haftanın ilk vaaz töreni, yanmış kilisenin yakınındaki ağaçların altında yapıldı. İnsanlarla konuşurken ve yüzlerine bakarken yüreğim onlara çarptı. O zaman, geçen ay boyunca neler yaşadıklarını biraz olsun fark ettim. Tanrı’nın bereketi üzerlerine olsun.
Fotoğraflar